Geçmişden Günümüze Gelen Efsaneler, Destanlar, Söylenceler, Mitoloji, Hikayeler, Masallar , Türk folklorik motifler, şehirlerin efsaneleri,öyküleri

Hileci Yolcu Masalı Hillaçı Yolavçu

| Cuma, Ekim 31
Dünyada pek mutlu yaşayan bir hileci yolcu varmış. Bir gün o, yolda giderken bir çiftçiyle karşılaşır. Bu çiftçi, elinde at kuyruğu alıp, pek üzüntülü bir şekilde geliyormuş.

-Niye böyle üzüntülüsün? diye sorar yolcu.

-Başıma büyük bir belâ gelmiş. Bir yalnız atım var idi, şunu da kurtlar yemiş. Yalnız şu kuyruğunu bırakmışlar. Atsız bana hayat yok! diye şikâyet eder çiftçi.

-Ver şimdi bana kuyruğu! Önceki atından daha iyi bir at alıp gelirim. Sen şurada dur, diye, yolcu alıp kuyruğu, yoluna devam eder. Çiftçi bunun sonu ne olur diye, yerinde durur.

Yolcu ise komşu köyün yakınındaki ağaçlığa gelir ve bir tilki yuvası görüp, oraya kuyruğu sokar, kendisi de orada oturup, kuyruğun bir ucundan tutmuş durur. Bu köyde pek gözü doymaz zengin bir adam yaşıyormuş. Çok geçmeden yolcunun yanına, en iyi atına binerek o zengin gelir.

-Burada ne edersin? Niye sen atın kuyruğunu tutmuşsun? diye sorar bu.

-Ben şurada atımı otlamağa göndermiş idim. O ise şu yuvaya girip kalmış. Eğer onun kuyruğundan tutmamış olsam, ben attan mahrum kalacaktım. şimdi biraz dinlenip, atı şu delikten çıkaracam, der yolcu.

-O at, nasıl attır? Bari iyi koşan bir at mı? diye sorar bu gözü doymaz zengin.

-Bu at bir günün içinde beni dünyanın çevresindeyedi kere döndürür idi. Onun yelesi dağın başındaki kar gibi; o koştuğu zaman yer gök titrer; kulaklarının arasına on deve sığar, şahlandığında ise başı bulutlara değer! diye atı övmeye durur yolcu.

Zengin adam, kıskançlıktan titreyerek sıçrayıp atından iner, yolcuyu bir kenara itip, kuyruğu kaparak tutar ve:

-Benim ağaçlığımda atını otlatmağa kim izin verdi? Defolup git şuradan! diye haykırır.

-iyi ama, benim ayaklarım bir şeye yaramıyor. Yaya yürüyemiyorum, der yolcu.

-Tamam! Kuyruğu ben tutayum, sen de benim atuma bin ve yok olup git şuradan! bir daha benim gözüme görünme! diye söyler hasis zengin.

Yolcu, sıçrayıp ata biner; yel gibi olup gider, atı yoksul çiftçiye verip, kendisi yoluna devam eder.

Öğle vakti bu, bir başka bir zengin kişiye rastlar. Onun başında etle dolu bir kazan varmış. O öyle gözü doymaz birisiymiş ki, hatta bir yere varsa, başkaları yiyip bırakır diye, yemeği kendisiyle birlikte alıp gider olmuş.Bu zengin, yolcuyu görüp:
-Sen bütün ahmakları pek iyi aldatırmışsın diyes öylerler. Akıllı adamı ise sen hiç bir zaman aldatamazsın. Becerebilirsen, aldatsana beni! diye alay etmeğe başlamış.

-Benim aldatmağa zamanım yok. Bütün gök yanıp gidiyor, sen hiç bir şey görmüyorsun! demiş yolcu. Bu zengin birden göğe bakar; başındaki kazan düşüp, eti meti saçılıp gider.

-işte, seni aldattığıma göre sen de ahmakların birisin! diyen yolcu, yoluna devam eder.

Çok geçmeden buna bir Han rast gelir.
-Sen kimsin? Senin evin köyün nerededir? Mesleğin nedir, ne yaparsın?
-Benim evim köyüm yok. Yapmaya gelince, ben ne istersem onu yapabilirim.
Han öfkelenip:
-Niye yalan söylersin?! Han olsam da, ben bile her istediğimi yapamıyorum, der.
-Sen yapamıyorsundur da, ben yaparım, der yolcu.
-Öylese, beni attan indir bakalım, der Han.
-Sen doğru söylüyorsun. Ben Han'ı attan indiremem,ama sen attan inersen, ata bindirebilirim, der yolcu.
-Yapabilirsen, bakayım şimdi! deyip, Han attan iner.
-işte, görüyorsun; seni attan indirmemi istiyordun, düşürdüm ya! der gülerek, yolcu.
-Bir daha sen beni aldatmazsın! diye Han öfkelenerek sıçrayıp atına biner.
-şimdi ben ikinci sözümü de yerine getirdim; seni tekrar ata bindirdim, diye söyleyerek yolcu yoluna devam etmiş.

Kumuk Halk Edebiyatı

Hacıyev Abdulhakim

Tilkinin Masalı - Tülkünün Yomagı

| Perşembe, Ekim 30
Türk dünyasına ait efsane ve masallarımıza kumuk halk edebiyatı ürünlerinden tilkinin masalı ile devam ediyoruz. blogumuzda bundan böyle sizlerle efsane destan masallarla birlikte bilmece, atasözü, gibi edebiyatın diğer örneklerini paylaşmaya çalışacağız. bu paylaşım sırasında elimizden geldiğince ilginizi çekecek ve kültürümüze ait yeni eserleri paylaşmaya çalışacağız. Efsane blogumuz kendi alanında Tek örnek blogdur. bunu başlangıçtan beri takip eden siz değerli okurlar zaten bilmektesiniz. Blogumuzun daha geniş okuyucu kitlesine ulaşması için tanıtımına katkı yapmanızı bekliyoruz. google sonuçlarına göre bloğumuz üst sıralarda yer almakta bir çok okuyucumuz da bize buradan ulaşmakta biz bu konulara ilgi duyanlarla yetinmek istemiyoruz. Türk kültürünü oluşturan edebi metinleri herkese tanıtmak ve sevdirmek istiyoruz. bu konuda siz duyarlı okuyucularımızın gereken desteği vereceğinizi biliyor ve şimdiden teşekkürler ediyoruz.

Tilkinin Masalı - Tülkünün Yomagı

Bir varmış, bir yokmuş, bir yerde yaşayıp duran bir tilki varmış. Bir gün bu tilki ağaçlıkta gidirken ayağına diken batar. Öyle yapar, böyle yapar, dikeni çıkaramaz. Bu işi başaramayıp çaresiz kalınca, köye doğru yürümeye başlar.

Bakar, bir bacadan duman çıkar. burada bana yardım edecek bir insan olmalı diye, bu eve girer. Evde ise bir kadın ekmek pişirip duruyor. Tilki ona:
-Ayağıma diken battı, çıkarsana, diye diliyor.

-Çıkarırım, vallahi, deyip, kadın dikeni çıkarıp,ateşe atar. Bir süre oturduktan sonra tilki:
-Nerede, dikenimi ver, eve gitmesem olmuyor, der.
-Vah, onu ben ateşe attım, der kadın.
-Niye attın ki! - diye öfkelenir tilki.
-Vah, dikeni ne edeceksin! diye, kadın şaşırır.
-Sana ne, diken benim, ver! Ya da yerine bir ekmek ver.
-Vah, bu ne söylüyor?! diyor kadın, Dikene ekmek verilir mi?!
-Ya da dikenimi ver, ya da ekmeğimi!
-Vermem! der kadın.

-Verirsin vallahi, şöyle etsem! diye tilki, ekmeği kapar ve kaçıp gider. Kadın da arkasından haykırıp kalır. Ekmeği alan tilki şöyle bir şarkı söyleyerek yürür:

- Ay meni tegenegim, (Ay benim dikenim,)
Tegenek berip algan ekmeğim. (Diken verip aldığım ekmeğim.)


Sonra bir başka avluya girer. Oradaki bir kadına:
-Ey kadın, şu ekmeğim sizde dursun, bir dolanıp gezip geleyim, der.
-iyi, olur, der kadın ekmeği rafa koyar. Sonra, tilki gittiğinde, düşünür:
-Tilkiye ekmek ne gerek? Onu tavuklarım yedi desem, tilki ne edecek ki ? diye ekmeği yer.

Tilki, birazdan dönüp gelir:
-Nerede ekmeğim ver, gideceğim, der. .
-Ekmeği tavuklarım yedi, der kadın.
-ekmeğimi ver, ya da tavuğunu ver! der.
Kadın:
-Vermem! der.

-Verirsin, şöyle edersem! diye tilki, bunun tavuğunu alıp kaçar. Uzaklaşınca, şöyle bir şarkı söyler:

-Ay, benim dikenim, (Ay meni tegenegim,)
Diken verip aldığım ekmeğim, (Tegenek berip algan ekmeğim,)
Ekmek verip aldığım tavuğum. (Ekmek berip algan tavuğum.)

Bu tavuğu da alıp, bir başka eve girer, orada da, tavum biraz sizde dursun der ve çıkıp gider. Ev sahibi düşünür:
-Ay, tavuğu kuzum öldürdü derim, tilki ne edecekki?! diye, kestirip şurada tavuktan yemek yaparlar. Tilki dönüp gelip:
-Tavuğumu ver, gitmesem olmuyor, der.
-Vallahi, onu kuzum öldürdü, der.
-Ben anlamam, ya tavuğumu ya da kuzunu ver! diye tilki öfkelenir.
-Vay, tavuğa kuzu verilir mi? der kadın.
-Ver!
-Vermem!
-Verirsin, şöyle etsem! diye tilki, kuzuyu alıp kaçıyor. Uzağa gidince yine şarkı söylüyor:

-Ay benim dikenim, (Ay meni tegenegim,)
Diken verip aldığım ekmeğim, (Tegenek berip algan ekmeğim,)
Ekmek verip aldığım tavuğum, (Ekmek berip algan tavuğum,)
Tavuk verip aldığım kuzum. (tavuq berip algan qozum.)

Sonra kuzuyu bir başka kadına verip, şöyle söylüyor:
-Bakıp dursana şu kuzuma, ben gidip gezip geleyim, der.
-iyi, bakarım, der o kadın da. Tilki gittiğinde düşünür:
"şu kuzuyu kızım öldürdü desem ne olacak ki" diye; alıp şurada, kestirip kuzuyu da, yemek yapıp yerler. Tilki dönüp gelip:
-Ha, nerede, kuzumu ver, gideyim, der.
-Vallahi, kızım oynarken bilmeden kuzuyu öldürdü, der kadın.
-Öldürdü?!
-Vallahi öldürdü! der kadın.
-Ben bir şey bilmiyorum, ya kuzumu ya da kızını ver! diye talep eder tilki.
-Vah, kuzu için kız verilir mi?
Vermem! der kadın.
-Verirsin!
-Vallahi, vermem!
-Vallahi, verirsin,

şöyle etsem! diye, kızı da alıp tilki yok olup gider. Sonra yar kıyısında kızı bir torbaya da koyup,torbann ağzını sıkıca bağlayarak, kendisi gezmeye gider. Bu arada koyun güden çobanlar kızın olduğu torbanın üstüne gelirler.
-Vah, yar kıyısında bu ne torbasıdır! diye şaşırıp, onu açıp bakıyorlar. Baksalar içinde bir güzel kız çocuğu var.
-Sen ne edersin burada? diye sorarlar. Kız olan biten her şeyi anlatır.
-Biz ederiz ona edeceğimizi! diye, çobanlar torbadan kızı da çıkarıp, onun yerine köpek yavrularını koyarlar. Bir süre sonra tilki şöyle şarkı söyleyerek dönüp gelir:

-Ay benim dikenim, (Ay meni tegenegim,)
Diken verip aldığım ekmeğim, (Tegenek berip algan ekmeğim,)
Ekmek verip aldğım tavuğum, (Ekmek berip algan tavuğum,)
Tavuk verip aldığım kuzum, (tavuq berip algan qozum.)
Kuzu verip aldığım kızım, (Qozu berip algan qızım.)
Kardeşini kucaklasana. (Amayınnı "u-u-çça " et çü)

diye torbayı kucaklıyor. Torbanın içindeki köpek yavruları "Hav hav" diye bağırır. Onlardan korkup, tilki yardan yuvarlanıp paramparça olur.

Onmay-ösmey Tülkü kalsın, oftup-ösüp biz qalayıq
Onmayıp büyümeyip tilki kalsın, onup büyüyüp biz kalalım.


(Aliyev Salav, Haciyev Abdulhakim, Qumuq xalq yomaqlar ,Mahaçqala, 1989, s. 6-9)

Taştuğay

|
Kendi bölgesinde kız bulamayan Taştugay’lı bir deli yiğidi Böryen tarafından bir kız ile evlendirirler. Kız, zamanına göre bilgili imiş, derler. Kız oğlanı sevmez, yurda içi ısınmaz. Sığır sağdığı sıralarda kederlenip yırlar imiş.

ihtiyar kaynatası :
Biz bu kızı ne diye bağlı kulun gibi tutalım, geri göndermek gerek, dengini bulup alsın” der.

Kendi evladını sen sevmezsen gelin ne diye sevsin” deyip karısı adamı azarlar.

ihtiyar:
Bu kız her sabah kederlenip yırlar, onu burada tutmak günahtır”, dermiş

Bir mecliste, ihtiyar kaynatası gelinin yırlatır. Kaynatası:

Yaştuğay boyu, ey, yeşil taş,
Ağlamay ey gelin, yaşın genç
” deyip yırlar.

Gelini ona:
Ben ağlamayım da kaynatam kim ağlasın,
Mecnun erde gezer aziz baş.
Taştuğay boyu da sarı kamış,
Kuray da yapıp çalayım.
Taştuğay, senin guguk kuşun yok,
Kendi Ural’ıma döneyim
,

diye cevap verir. Bu meclisten sonra ihtiyar, gelinin alıp babasına götürür.

Beş Oğul Efsanesi

|
Azav, Kızıl, Eymenbet köylerinin bulunduğu yere ilk olarak Azav, Kızıl, Eymenbet adlı kişiler gelip yerleşmişler. Onların üçü de kardeş imiş. En büyükleri ihtiyar Azav imiş.

Yıllar geçince ihtiyar Azav, oğullarına mal verip ayırmış. Bir oğlu Beş oğul köyüne gelip yerleşmiş. Köyde o dönemlerde henüz Beş oğul adını almamış imiş. Bu olay, köyün Beş oğul almasına neden olmuş.

Azav’ın oğlu yılkı beslemiş. O, hayvanlarını gece gündüz bozkırda tutarmış. Sabah kalktığında bir aygırı kan ter içinde dönmüş imiş. “Gece insan biniyor herhalde”
diye düşünmüş.

Bir gün atın sırtına yapışkan sürmüş. Sabah kalkıp baksa ki, atın üstünde güzel bir
şüreli kızı oturuyor, derler. Kızı kendisine alır. Onların arka arkaya beş oğlu olur.

Hamam yaktıkları günlerde kadın, her zaman kocasından önce gider bir başına yıkanırmış, kocasına hamama girmeden önce ses etmesini söylermiş.

Böyle bir günde kocası: “Bu bir başına ne yapar ki”deyip ses çıkarmadan hamama girmiş. Girse, kadını tepe kapısını alıp başına bakıp duruyormuş, derler.
Kocasını görmüş de yıkılıp ölmüş. Adam, beş oğlu ile kalakalmış.
Oğlanların beşi de büyümüş. Köye Bişul (Beş oğul) adını vermişler.

Safa Batır

|
Başkurtlarda Gündelik Hayat ile ilgili Rivayetler

SAFA BATIR

Tevkes’te dört kardeş yaşamış. Dördü de bir büyüyüp gelir, derler. Ava da dördü birlikte giderlermiş.

En küçüğü Safa adlı imiş. Büyük ağabeyleri Kırmıskalı tarafından gelen ıntey adlı bir bahadırla güreşmiş de yenilmiş. Safa da güçlü bir yiğitmiş. O, bu meşhur bahadır ile güreşmek ister. Güreşin şartı şöyledir:

Safa, birinci güreşte yenerse, galip gelir, yenemezse üç kez güreşeceklerdir. ınter bahadır altın başlı kemerini çözer de bular güreşmeye başlarlar. ılkinde Safa yenilir, ikincisinde ise Safa yener. ıntey bahadır:

“Pek çok güreşte bulundum, senin gibisini görmedim”der de Safa’ya altın kaplamalı
kemerini hediye eder.

Hasetlenip ağabeyleri genç bahadırı kıskanmaya başlarlar. Safa’yı öldürmeye karar verirler. Safa, bundan haberdar olur ve kaçıp gider. Gizlenip gezerken savaşa katılır, Kızıllarında yanında savaşır. Kızılların yanında gezdiği için karısının akrabaları da onu kıskanmaya başlar.

Bir gece Safa eve döner, deminkisi onu Aklara yakalatır. Safa’tı atmak için bir uçurum kıyısına getirirler. Bir kolayını bulup ırmağa atlar. Irmak boyunca Abzan’a
kadar yüzüp gelir. Üç gün, üç gece suda gizlenip yatar. Karısından başka hiç kimse onun nerede olduğunu bilmez.

Bir gün yemek alıp gittiğini görür de karısının akrabaları Safa’nın karısının peşine düşerler. Safa’yı hamam gizleyeyim diye getirir de tüfekle vurup öldürürler.
Ardından, doktorlar gelip ameliyat edip bakmışlar: Safa batır iki yürekli imiş, derler.

ĞİLMİYAZA

Bizim Tahir köyüne yakın bir yerde Atkarağay dağı vardır. Dağın başında yalnız bir çam ağacı bitmiş. Uzaktan baksan, bu çam ağacı ata benzer. Bundan dolayı Atkarağay adı vermişler.

Tahir, eskiden şimdiki gibi büyük değilmiş. O dönemlerde bir uruk kişileri ile diğer bir uruk kişileri yer-su için kavga edip, hayvan bölüşemeyip düşmanlaşıp yaşarmış. Birbirlerinden sürekli intikam almışlar. Babası ölse, oğullarından babasının öcünü almışlar.

Atkarağay tağının başlarında
Kaldı da oynadığım küçük taşım.
Yedi de sekiz yaşlarımda
Esir de oldu benin garip başım.

Başkurtlardan Toprak Satın Almak İsteyen Rus

|
Yer Satma

Bir Rus bayarı Başkurtlardan yer almaya gelir.
-Çok mu para vereceksin? diye sorarlar bayardan.

-Yüz teñke veririm, der bay. –Çok mu yer vereceksiniz?
-Bir gün içinde kendin ne kadar yer görürsün(bakarsın), o kadar alırsın. Fakat, at ile değil, yaya gitmen gerekir,der Başkurtlar.

Sokağa çıkarıp süre koyarlar. Bayar, yürüye yürüye çıkıp gider. Yürümüş de yürümüş. Gittikçe yer güzel. Hayli ilgi çekici. Daha fazla yer göreyim diye çabalar. Hava sıcak, derler. Koşturup gider de terleyip su içer bu. Yürür de terleyip su içer bu. Böyle koşup dururken takati kesilip hastalanır da oracıkta ölüp kalır.


şafik

Akyul köyünde şafik adlı bir adam varmış. Onu, her neseple olduğu bilinmez, yakalamak isterler. Yakalanmadan ormana kaçar. Köyden uzak olmayan çeşmenin yanına gelip tan atana dek orada dururmuş. Her gün sabahtan karısı çeşmeye suya gelip yemek getirirmiş. Kovasını şangırdatıp şafik’e geldiğini bildirirmiş.
ışte bu Çafik, kendisine türkü yakmış.

Tan vakti uykularımı uyurken
Uyandım bem kovanın sesine
Geçip giden ömrümü
Benzettim suyun akışına.

Sura Batır

|
Eskiden bu taraflarda köylü yokmuş. O zamanlar hayvan beslemek için elverişli bir yer arayan Köpeş adlı bir kişi, bugünkü Saralı köyünun bulunduğu yeri beğenip oraya yerleşmiş.

Köpeş, usta pehlivan, keskin ve uz dilli bir Başkurt imiş. Bundan dolayı da ondan sonra gelip yerleşen Başkurtlar ona tabi olmuşlar. Bu civarlara toplanıp gelen Başkurtlar birkaç köy halinde yerleşmişler. Onlar da Köpei’e tabi olmuşlar. Ondan sonra bu civarlardaki Başkurtları Köpeş uruğu diye adlandırmaya başlamışlar.

Bu, Böryen uruğunun bir kolunu teşkil etmiştir. Köpeş’in kendisinin bahadırları da varmış. Köpeş öldükten sonra bu bahadırlar Köpeş’in büyük oğlunun idaresine girmişler. Çok geçmeden onu Sura batır diye adlandırmaya başlamışlar.

Bir gün bahadırları ile birlikte orman arasındaki bir koruluğu mekan tuttuğu sırada Sura batıra: “Düşman saldırdı!” diye bir haber getirmişler. Sura batır en yüksek dağlardan birisinin tepesine kendisinin en güvenilir bahadırı Koloy’u gözetlemesi için yerleştirmiş. Eline kuray vermiş. Düşman askeri görününce kurayı çalmasını emretmiş. Koloy uykusunu uyumamış. Fakat, baskıncılar hilekar imişler. Köly’ün beklediği taraftan değil de, başka bir taraftan saldırmışlar. Sura batır ve yiğitlerinin çoğunu kırıp geçirmişler. Sura adamlarının yarısı ile dağın tepesine çıkıp gelmiş de kuraycıya:

-Neyi bekledin sen, ağaç (imen) mı bekleyip durdun? demiş.
O zamandan beri bu dağı “ımen karavılı” diye adlandırıla gelmiştir

Tavaş - Teveş

|
Başkurt Tarihi Rivayetleri

Teveş

Güzel Ural kıyısında Başkurt halkı uzun zamandır yaşamış. Mal gütmüş, yılkı yetiştirmiş, kımız yapmışlar. Bahar günlerinde yaylakta, kış günleri de kışlakta yaşamışlar.

Bir ovada, yaylakta Teveş adlı bir bir ihtiyar yaşamış. Onun beş oğlu, bir kızı, bir gelini, bir yeğeni varmış. Bir gün ihtiyar Teveş’in öküzü böğürmüş, çadırının yanına bir buzgör gelip gürültü yapmış.

-Kızım, öküz böğürdü, buzgör gürültü yapıp duruyor. Bundan bir iş vardır. Sürü aygırını tutup eyerle. Eğer bir şey olursa ağabeylerine varırsın, demiş.
Kız babasının sözünü dinleyip aygırı hazırlamış.

Ağabeyleri bu sırada toplantıda imiş. Evde sadece ihtiyarın kızı, gelini ile yeğeni varmış. Çok geçmeden uzakta bir grup süvari gözükmüş. Kız, hemen ağabeylerinin yanına at koşturmuş. Varmış de haber vermiş:

-Ağabeylerim, düşman saldırdı, düşman! demiş.

Meclisteki erlerin hepsi de atlarına binip kızın ardından at sürmüşler. Gelen süvarileri bir Kazak bayı göndermiş imiş. ıhtiyar, onları, ihtiyar olduğuna bakmadan ok ve sadakla karşılamış, beş-altı Kazağı yere sermiş imiş. Vuruşa vuruşa ihtiyarın oku bitmiş. Kazaklar onu öldürüp süngüsünü baş ucuna saplayıp bırakmışlar da gelinin,
yeğenini alıp bütün hayvanlarını sürüp götürmüşler. Gelini at üstüne koyup bağlamışlar, oğlanı da zengin Kazak arkadan atılıabilecek oktan korunmak için terkisine oturtmuş.

Çok geçmeden Yavartılğan denilen yeri geçince, takip edenler düşmana yeterler. Birisi zengin Kazağı öldürmek için atmış, diğerleri ise kaçmış. Bay Kazak yıkılıp düşünce deminki oğlan hemen atı geri döndürüp oğlanların yanına gelmiş. Bunlar, geri dönüp babalarını defnetmişler. Babalarını gömdükleri yere “Teveş ovası” adını vermişler. ıhtiyar Teveş’in ziyareti halen oradadır.

Kazaklar, zenginlik gelmesine sevinip toy yaparlarken ihtiyarın beş oğlu hızla yetip gelmişler. Zengin Kazağın babası onlardan sormuş:
-Elçi misiniz, yoksa yağmacı mı?
Bunlar cevap vermişler:
-Elçiye elçi, yağmacığa yağmacı!

O sırada bir tarla faresi yuvasından çıkıp da geri girip kaybolmuş. Durmadan çıkıp geri girermiş. Bay Kazağın babası:
-Ey dostlar, işte şu tarla faresini vurun, demiş.

Oğlanların arasından Yeyikkol adlısı okla bir atışta tarla faresini başından vurmuş.
Bunu gören zengin Kazağın babası:
-Hayvanları da, zenginlikleri de gerekmez. Her şeylerini geri veriniz. Damarımızı kuruturlar bunlar, dost yaşayalım bunlarla,demiş.

Oğlanlar hayvanlarını, zenginliklerini alıp geri dönmüşler. Ondan sonra Kazaklar bir daha yağmaya gelmemişler. Başkurtlar da yağmaya gitmemişler. iki halk savaşmadan yaşayıp gitmiş.

Eyne ile Geyne Efsanesi

|
Eskiden güneş Tol arkasındaymış. Onu bir cadı karısı çalmış. Çalınca dağın arkasındaki koyu orman orman arasında bir mağarada saklamış ve hiç dışarı çıkartmadan tutarmış.

O sırada geyiğe atlanarak Eyne ile Geyne gelmişler. Avlanıyorlarmış bunlar. Öyle yürürken bunların geyikleri çırpınmaya başlamış. Geyiğin üstünden inerek dikkatlice bakmışlar; ayak altı o kadar kızarmış ki, basmak mümkün değilmiş. Geyik yine çırpınmaya başlamış. Tam onun tepindiği yerde yer yarılmış, ateş püskürmüş. Bu mağaranın ağzıymış. Cadı, bu mağarayı büyük bir taşla kapatmışmış.

Eyne ile Geyne, güneşi kocaman bir geyik derisinden yapılmış heybeye koymuşlar ve Tol kıyısına ulaştıklarında peşlerinden kudurmuş cadı karısı geliyormuş. Bunlar da hızlı bir şekilde heybeyi geyiğin boynuzuna asmışlar ve yüzerek Tol nehrinin bu tarafına çıkmışlar. Böylece kurtulmuşlar. Cadı karısı, Tol’un bu tarafına çıkamıyormuş. Tol nehrinin bu tarafına çıkınca bunlar rahatlamışlar ve heybenin ağzını çözmüşler. Güneş dünyaya çıkmış imiş.

Eyne ile Geyne, orada, Tol kıyısında kalmışlar. ilyurt kurmuşlar, hayvan beslemişler. Bunlardan türeyip dağılan halka Geyneler adını vermişler. Geyne’ye bazı
yerlerde Tobuylar (Tol boyu halkı) derler.

Geyne Soyu ile ilgili Başkurt Efsanesi

|
Geyne isimli bir bahadır varmış. O, buralara bir geyiğe atlanıp gelmiş. O zamanlar yeryüzü çok soğukmuş. Çünkü, o zamanlar güneş yokmuş. Toltav (Tol dağı) ötesindeki ejderhanın elindeymiş güneş.

Geyne bahadır, güneşi çıkartmış. Geyiğin boynuzuna asarak onu Tol nehrinin bu tarafına çıkartmış. Güneş yükselince Geyne’ye:


Her gün beni bu zamanda bekle.” demiş.

Geyne, güneşi beklemiş. Güneş, her gün bu zamanda geliyormuş buralara. Böylece her gün güneşi bekleyen Geyne buralara alışmış. Bu toprakları bırakmaz, buradan ayrılmaz olmuş. Hayatını, yurdunu kurmuş. Sonra Geyne soyu üremiş. Geyneler, Başkurt’un en eskilerinden olmuşlar.

Başkurt Nereden Çıkmış Başkurtlar Nereden Gelmiştir

|
Başkurt Nereden Çıkmış

Başkurt soyu Türk tarafından gelmiş. Türk’ün Gebrele denen şehrinde dört tane öz kardeş yaşarmış. Çok iyi geçinmişler, çok da kahinmişler. Bir gün büyük ağabeyleri düş görür. Düşündeki adamlardan birisi ona şunları söyler:

“Siz buradan gidin. Çünkü, siz buralarda yaşayacak adamlar değilsiniz, doğuya doğru gidin, orada huzur bulursunuz”.

Sabahleyin kalkar kalmaz kardeşlerine düşünü anlatır. Kardeşleri şaşırmışlar:

“Nerede bu huzur? Doğu dediği hangi taraftadır?” Hiç kimse bir şey bilmiyormuş.

ikinci gün ağabeyleri bir düş daha görür.
Bir önceki düşteki adam yine şöyle der:

“Hayvanlarınızı alın ve şehri terk edin. Siz yola koyulur koyulmaz karşınızda bir kurt peyda olur. O, ne size ne de hayvanlarınıza dokunuz, kendi yoluna devam eder. ışte o kurt durunca siz de durun.”

Ertesi sabah kalkınca bunlar toparlanarak yola çıkmaya niyetlenirler, çıkar çıkmaz da bir kurda rastlarlar. Kardeşler de bu kurdun peşinden giderler.

Doğu tarafına giderlerken iş bu ülkeye (Başkurdistan’ın Kügersin ilçesine) varınca kurt durmuş. Peşinden gelen dört kardeş de durarak kendilerine arazi seçerek dört mekan tutmuşlar. Dört kardeşin üç oğlan çocukları da varmış, onlar da kendilerine yer almışlar. Böylece bunlar yedisi yedi yerde baş olmuşlar, başa geçmişler.

Bu yüzden Başkurtlar arasında “Yedi Uruk” denen deyim kalmış. Bu topraklara kurt baş olup getirdiği için de bu yedi uruğa “Başkurt” demişler. Bu yedi kardeşten Başkurtlar dağılmışlar.

Başkurtlar Nereden Gelmişler

Başkurtlar Altay taraflarından gelmişler. Korkut adında başları varmış. O, öne geçmiş ve yeşil çimlere uzanarak dombra eşliğinde şarkı söylemeye başlamış:

-Ben-elçi, “git” demeyin,
Benim soyuma dokunmayın,
Dokunanı öldürürüm
!

Ona karşı birisi:

-Sizin için önümüzde mezar açılmış, gitmeyin, geri dönün, demiş.
-Önde bizim için huzur, geride kahır. Öne gidiyoruz, diye cevaplamış Korkut.
Sonra Başkurtlar Akidil kıyısına yerleşmişler.


Etnonomik ve etnogenetik efsaneler repertuarında Başkurt halkının ortaya çıkışını anlatan eserlere çokça rastlanır. Bu tür efsaenelere XIX. yy.da P.ı. Riçkov, V.ı. Dal’, V. S. Yumatov, V. M. Lossievskiy gibi pek çok araştırıcı itibar etmiştir.

Bu tür efsanelerin bir bölümü Başkurt uruklarının Ural’a dışarıdan göçüp geldiklerini anlatır
(“Başkurt Adının Ortaya Çıkışı”, “Başkurt Nereden Çıkmıştır”, “Başkurt Sözü Nasıl Ortaya Çıkmıştır”, “Bürili Irmağı”, Yedi Uruk”, vd.).

Bu metinlerin hepsinin de içeriği birdir: “Güya, Başkurtların eski atalarını Ural’a kurt (büri) lar önderlik edip alıp gelir. “Büri”yi önceleri “kort” (kurt) diye isimlendirmişler ve “büri” baş olup gelince de kendilerini “Başkort” (Başkurt) diye adlandırmışlar.

Efsanelerin bu açıklamasını gerçekte kabul etmek mümkün değildir; elbette, Başkurt’un ortaya çıkışı bilimsel temellere göre açıklanmamıştır. Lakin efsanede belli bir tarihi gerçeklik de yansıtılmaktadır. Bu da, Başkurtların Ural’a dışarıdan göçüp gelmeleridir.

Ay ile Zühre Efsanesi - Ay Menan Zöhra

|
Eskiden bir kız varmış. Çok küçükken annesi ölmüş. Babası, üvey anne getirmiş. Üvey ana kıza gün göstermezmiş; kakmış, vurmuş, dövmüş; gücünün yetmeyeceği ağır işler buyurmuş.

Bir gün akşam üvey ana Zühre’ye su taşımasını emretmiş.

-Yarına kadar bu fıçıyı doldurmuş ol, demiş. Eğer dolduramazsan başını koparırım! Kendisi fıçının dibini delmiş.

Zühre kız suyu gece boyunca taşımış. Fıçıda hiç de su artmamış. Ağır saka sırığı kaldırmaktan omuzları yorulmuş. Beli bükülmüş. Gücü bütünüyle tükenmiş, gelip yıkılmış.

O gece her yer sessizmiş. Ses çıkaran hiçbir şey yokmuş. Gökyüzünde sadece ay yüzüyormuş. Zühre kız o zaman aya bakıp demiş:

-Ey ayım, hiç değilse, bari sen bilseydin benim halimi! Kurtarır idin başımı!
Ay hala sakin dururmuş.
Zühre kız ağlayarak tekrar yalvarmış.
-Al beni yanına! demiş.

O sırada ay aydınlanmış. Nurunu uzatarak Zühre kızı yanına çekip almış. ışte o zamandan beri ayın yüzünde saka sırıklı kızı duruyormuş.

Büyükayı Yıldızı - Yedi Kız Efsanesi

|
Eskiden birisinin yedi kızı varmış. Yedisi de güzel, yedisi de cesurmuş. Kıra çıktıklarında hep beraber gezerlermiş. Bunlara hayran olmayan insan yokmuş, ilgi duymayan canlı yokmuş.

Günlerden bir gün kızlar dağa çıkmışlar. Dev padişahı bunları görmüş ve peşlerine düşmüş. Bunlar elele dağın tepesine çıkıyorlarmış. Dev kovalayarak peşlerinden
gelmiş. Tam da yakalayacakken kızlar birerbirer sıçrayıp göklere çıkmışlar. Yedisi yedi yere saklanmışlar. Ayrılmamak için de birbirlerine yakın durmaya çalışmışlar. O yedi kız yedi yıldıza dönüşüp parlamaya başlamış. Sonradan onları Büyükayı yıldızı diye adlandırmışlar.

Yetegan Yondoz - Yite Kız

Elek beravzeñ yite kızı bulğan. Yitehe la matur, yitehe la batır ikan. Kırğa sıkhalar, gel berga yöröyzar ikan. Hoklanmağan azam zatı kalmay, tiy, bılarğa, kızıkmağan yan eyahe kalmay, tiy


Ber sak bıl kızzar tavğa sıkkandar. Deyev batşahı bılarzı kürep kalğan da arttarınan töşkan. Bılar yitaklaşep tav başına menep kitkandar. Deyev bastırıp ular artınan kilgan. İnde totam, inde elakteram tiganda, kızzar beram-beram hikerep kükka aşkandar. Yitehe yite urınğa boskandar. Ayırılmas ösön ber-berehena yakın tırışkandar. Þul yite kız yite yondoz bulıp yaltıray başlağan. Azak ularzı Yitegan yondoz tip atağandar.

BüyükAyı Yıldızının Efsanesi - Yetegan Yondoz

|
Bloğumuzda Efsanelere devam ediyoruz. Şimdiki ki efsanelerimiz ise Başkurt efsaneleri Önce gökyüzü ve yıldızlar ile ilgili efsanelere ( Kozmogonik Efsaneler) yer vereceğiz. sonrasında ise Etnonomik - Etnogenetik Efsanelere ( Başkurtlar kimdir nereden gelmişlerdir gibi ) sonra Başkurt Halk edebiyatında yer edinmiş Tarihi rivayetlere peşine Başkurt Gündelik hayatı ile ilgili Efsanelere ve son olarak Toponomik Efsane ve rivayetleri siz değerli Efsane severlerle paylaşacağız.

BüyükAyı Yıldızının Efsanesi - Yetegan Yondoz

Çok eskiden yer kaşık, gök kabak büyüklüğündeymiş.insan soyu artarken, canlı türü çoğalırken, yer yavaş yavaş genişliyormuş; yer genişledikçe gök de büyümüş. O zamanlar bütün halk tek kazandan yemek yiyormuş.

Bir Alp peyda olmuş ve kazanı kaldırarak içmiş.Ne yapmak gerek? Büyük kazan yapmaya başlamışlar. Kazanı varken kepçesi de lazım. Kazanı gümüşten dökmüşler,kepçeyi de altından yapmışlar.

Alp gelmiş ve kaldırıp kazana bakmış. “Olmuş”diyerek yerine koymuş ve kepçeyi eline almış. “Bu da çok hafifmiş” diyerek havaya atıp yakalamak isterken kepçe ortadan kaybolmuş, döne döne uçup yıldızların arasına konmuş.

Alp kepçesi günümüzde de vardır. O, yedi yıldız şeklinde parlamaktadır; kepçenin dibi dört yıldız, sapı üç yıldız, hepsi toplam yedi yıldız. Kendisi her zaman dönmektedir. Alp kepçesinin ağzı gece üstte olur, sabah ise sırt tarafı üste çıkar.

Tabiplik Şartı - İbni Sina'dan Hekimlere Nasihat

| Çarşamba, Ekim 29
İbni Sina, ömrü boyunca pek çok kitap bitirmiş. Ne olmuşsa, padişaha kızıp başka ülkeye gitmiş. Yolda kum fırtınası başlamış, İbni Sina'nın eşyalarını dağıtıp kitaplarını da sayfa sayfa her tarafa uçurmuş. İbni Sina çok üzülmüş. "Tabiat şu kitaplarımı bana reva görmedi!" diyerek yanıp, birden kaybolmuş. Kuma mı girmiş, mağaraya mı girip kaybolmuş, kimse bilememiş. Bu arada rüzgar hekimin kitaplarını sayfa sayfa bütün ülkelere dağıtmış. Kime bir sayfa ulaşmışsa o insan tabip olmuş.

Kitabı okuyup tabiplik yoluna giren kişi, hastalığı doğru bulup doğru tedavi etse, İbni Sina derhal onun yanında peyda olup mutlu olur, böyle tabibe teşekkürler edermiş. Bir de kitabı doğru okumayarak hastalığı doğru bulmayıp doğru tedavi etmeyeni de kötü görüp ona kırdırmış. İbni Sina şimdi de her bir hekimin yanında hazır olup, şöyle, diye öğretirmiş:

"Verdiğim ilacım şifa, dersen hata edersin. Tatlı dil, hoş muamele, gülüş, tebessüm ile hastanın derdine deva bulunur. Hasta kaba olsa, hekimin mülayim oluşu, hasta zehir olsa hekimin tatlı dilli oluşu, hasta ümitsiz olsa hekimin ümitli oluşu, hasta yüzünü assa hekimin gülmesi gerek. İlk deva bu. Hekimde bunlar olmazsa, o hekim değildir, belki ölümü yaklaştıran âzraildir."

Kim hastaya İbni Sina'nın dediği gibi yaklaşıp muamele etse hasta düzelirmiş, aksini yapsa, hasta hayata gözlerini yumarmış

Şarhoşun Devası - İbni Sina'nın Alkolik Birini Tedavi Edişi

|
Bir kişinin oğlu içkiye alışmış. Sabahtan akşama kadar içip kimseye rahat vermiyormuş. Tutup İbni Sina 'nın yanına getirmiş ve:

-Sana hekimlerin hekimi diyorlar, şu oğlumu iyileştirip doğru yok getirir misin, demiş.

-Ne hastalığı var? diye sormuş İbni Sina.
-İçki, içtiği içtik. Bu yoldan hiç bir şekilde çeviremedim, diye cevap vermiş.

îbni Sina böyle bir hastayı hiç iyileştirmemiş, biraz düşünüp:

"Peki, iyileştirirsem iyileştireyim. Bana bir bülbül, bir ayı, bir domuz, iki tane maymun getir", demiş. Çocuğun babası, İbni Sina'nın istediklerini getirmiş. Hekim onları ayrı ayrı kafeslere yerleştirmiş. Hekim hizmetkarlarından birine bir piyale içki içmesini emretmiş. O, söylediğini yapınca, bülbülün bulunduğu kafese girmesini söylemiş. Hizmetkar kafese girince bir nefesten sonra bülbüle katılıp ötmüş, sarhoş olup öyle keyiflenmiş ki, onu seyreden gençle İbni Sina 'nın da hevesi gelmiş.

İbni Sina ertesi gün hizmetkarına iki piyale içki verip ayının durduğu kafesin önüne gelmesini emretmiş. Yine hasta gençle uzaktan seyretmiş. Bir ara hizmetkar, hareketlenip ayı gibi bağırıp, ona atılmış, vurup yıkmaya çalışmış.

İbni Sina onu gence gösterip: "Nasıl, tanıdın mı?" diye sormuş. "Hayır, tanımadım", diye cevap vermiş.

"İyi!" demiş İbni Sina.

Bu olayın ertesi günü hizmetkara üç piyale içki içirip domuzun önüne bırakmış. Hizmetkar, domuz ne yapsa onu yapmış, çamura bulansa bulanmış, toprakta yuvarlansa, o da yuvarlanmış. İbni Sina, gence bakıp:

"Tanıdın mı?" demiş. "Hayır, tanımadım", demiş o.

"İyi!" demiş İbni Sina. Sonra dört piyale içirip, hizmetkarı maymunların içine bırakmış. Hizmetkar bir anda maymun olmuş.

"Tanıdın mı?" demiş gence. "Hayır, tanımadım", diye cevap vermiş.

Sonra İbni Sina demiş:

-Hepsi aynı insandı, ben sadece onun giyeceklerini değiştirdim. Görünüşünü içtiği içki değiştirdi. Bir piyalede bülbül oldu, iki piyalede kendini ayı zannedip onunla güreşmeye kalkıştı, üç piyalede domuza döndü, dört piyalede kendin gördün, maymundan farkı kalmadı. Evet, sen de içtiğin zamanlarda bundan beş kere beter olurdun, demiş.

-Ey, ulu hekim, sen benim gözümü açtın. Bundan sonra hiç içmeyeceğim, sözümde durmazsam namerdim! Genç, İbni Sina 'ya iltifatlar edip kendi evine dönmüş.

O, bir daha içkiyi ağzına almamış.

Gülmenin Gücü - İbni Sina

|
Büyük hekimi çekemeyen saray hekimleri, Ibni Sina geceleri mezara yeni gömülen ölüleri getirip onları ameliyat ediyormuş, bunu gözleriyle görenler olmuş, diye dedikodu yaymışlar. Sultan da onların bu sözüne inanıp Ibni Sina'yı zindana atmış. Büyük hekim zindanda da rahat durmamış. Zindandaki hastaları iyileştirir, onlara hayat verirmiş. Öğrencilere mektuplar yazıp, kemik iliğini iyileştirmek için çareler bulurmuş. Zamanla zindandan duyulan ah vahlar, feryatlar durmuş, gülmeler ve kahkahalar duyulmaya başlamış. Zindancı sultana gidip:

-Alempenah, şaşkınım, zindan önceki zindan değil, ahlar, zarlar yerini gülüşe, neşeye bıraktı. İnsanlar sağlam, yaşlılar da neşeli olup zindanda hapis değil, sanki eğlence oturuyorlar, demiş.

Padişah gazaba gelip vezirine:
-Durmadan gözle, ne iş olursa bana ulaştır, teftiş edeyim, demiş. Vezir gelip zindanı beklemiş. O sırada zindandan İbni Sina'nın: "Sen dağı vursan devirirsin, sen nehre boyun eğdirirsin, sen ise öküzü devirirsin, sen fille güreşirsin", dediği duyulmuş. Bir an sesler yükselip zindanı kahkaha tutmuş. Kimse kendini zindandaymış gibi görmüyormuş, aksine düğünde, toplantıda oturuyormuş gibi, görüyormuş... îbni Sina yine: "Sen padişah, sen vezir, sen hırsız... Padişah emredin, hırsız ele düştü...Padişahın kendisi hırsız oldu ki. Padişahın emri vacib olduğu gibi, hırsızbaşının emri de vacib..." dermiş. Yine gülüşme, yine neşe yükselmiş... Vezir olanları padişaha anlatmış. Padişah ne olduğunu düşünmekten hastalanmış. Hekimler iyileştiremeyince îbni Sina'ya söylenmiş.

-Zindandan çıkmıyorum, eğer şah bir şartımı yerine getirirse çıkar, onu iyileştiririm, demiş. Padişah îbni Sina'ya: "Şartın ne? " diye sormuş, o da: "Birlikte hapis yatan benim gibi suçsuz olanların hepsini serbest bırak, şartım bu! demiş. Padişah razı olmuş. Îbni Sina onu iyileştirmiş. Sonra:

-Neden böyle yaptın? diye sormuş.
-Eğer, demiş îbni Sina ona cevap vererek, zindanda insanları güldürmeseydim hepimiz bir an önce helak olurduk. Gülmek, iyi keyif, ümit ve inanç bizi sağ tuttu... Benim suçuma gelirsek, buyrun, evimdeki eski duvarın altına gece mezardan getirdiğim ve yarıp içini öğrendiğim ölülerin kemiklerini gömmüşüm, onları getirip suçumu ispat edeyim, ya zindana atın, ya da asın, suçumu kabul edeceğim, demiş.

"Sonunda suçunu kabullendi!" diye dedikodu çıkaranlar mutlu olmuşlar.
îbni Sina yeri kazmış, yığın yığın kemikler... tavşan, tilki, yılan, kurbağa kemikleri çıkmış. Hiç insan kemiği yokmuş... Bunları gören padişah dedikodu çıkaran saray hekimlerini kovup îbni Sina'dan özür dilemiş, onu saraya başhekim olarak atamış.


Ünlü Tıp Hekimi ibn-i Sina Hakkında Özbekistan'da anlatılan Efsanelerden birini (GÜLMENİN GÜCÜ) okudunuz diğerlerini de bu yazıdan sonra bulabilirsiniz.

ibn Sina Haqıdâ Âfsanalar
KÜLGÎNİNKÜÇİ
MÂYHORNİN DAVASİ
TÂBİBLİK ŞARTİ

Yedi Ahmak - Özbek Masalları

|
Bir gün yedi ahmak hazara gezmeye çıkmışlar. Geze geze karınlan acıkmış. Onlar paralarını birleştirip yedi tane hurmayı katık ve yedi tane ekmek almışlar. Aldıkları nesneleri yemek için yer arayıp, bir kenara oturmuşlar. Ellerini yıkamak için etrafta su görünmüyormuş. O zaman onların en büyüğü diğerlerine su getirmeyi buyurmuş. Onlar da birbirlerine buyurduğu için, hiç kimse yapmamış.

Sonunda ahmaklar birbirlerine şart koşmuşlar: "Eğer kim konuşursa o su getirsin" demişler. Böylece, ahmaklar hiç ses çıkarmadan oturup kalmışlar.

Bu sırada bir dilenci gelip dilenmiş. Hiç biri ona cevap vermemiş. O da ekmeği, katığı yiyip kapta kalan artığı ahmakların yüzüne sürtüp gitmiş.

Biraz sonra bir it gelmiş. Kalan ekmek parçalarını yemiş, hiç biri seslenmemiş. İt ekmek artıklarını yiyip, kapta kalan artıkları yalamış. İtin karnı yine de doymayınca, bir yandan ahmakların yüzüne dilencinin sürdüğü bulaşıkları yalamaya başlamış. İt altı tane ahmağın yüzünü yalayıp yedincisini yalarken itin dili ahmağın ağzına girmiş. O zaman ahmak "Git" deyivermiş. Diğer altı ahmak birden: "Kalk, su getir!" diye bağırmışlar.

Baksalar ki önlerinde ne ekmek var, ne katık.

YETTİ AHMAK
öZBEKCE

Bir küni yetti ahmak bazarge oynageni çıkışıbdı. Yürib-yürib karnıları açıbdı. Ular pul yığışıb yettite hurmaca katık ve yettite nan alışıbdı. Endi algen nerselerini yeyiş üçün cay izleşib, bir çekkege otınşıbdı. Ular etrafge karasalar, kollarını yuvış üçün suv körinmebdi. Şunda ulamın en kettesi başkalarıge suv keltirişni buyuribdi. Ular bir-birlerige senselarlik kılıb, heç kaysısı unemebdi.

Şunda ahmaklar bir-birlerige şart koyışıbdi: "Eğerde kim gepirse, oşa kolge suv alıb kelib kuysın", deyişibdi. Şunday kılıb, ahmaklar indemesden otıraverişibdi.

Şu peyt, bir geday kelib tilenibdi. Unge heç kim cevab bermebdi. U nanni alıb yeb, katıknı içib, idişnin yükini ahmaklar betiğe sürkeb ketibdi.

Bir azdan keyin bir it kelib, kalgen nan uşaklarını yese hem ular indemey otıraverişibdi. İt nan uşaklarını yebidiş yüklerini yalabdı. Âhiri itnin karnı toymay kalıb, bir çekkeden ahmaklarnın betidegi geday sürkeb ketgen katıklarnı yalay baş-labdı. İt altıte ahmaknın betini yalab yettinçisini yalayatgende, itnifi tili ağzıge kirib ketibdi. Şunda heliği ahmak: "Ket!" deb yubanbdi. Şunda heliği altıte ahmak birdenige: "Tur kolge suv keltir!" deb kıçkırıbdi.

Karaşsaki, aldılarde ne nan bar ve ne katık.
(Aycemal, s. 202-203)

Yılan Peri - Özbek Masalları

|
Evvel zaman içinde padişahın biri tek başına ava çıkmış. Avlanırken uzakta bir şey görmüş. Padişah yavaşça varıp baksa, ağaç dibinde bir peri kızı dinlenmek için oturmuşmuş. O kızı görünce kendinden geçmiş. Biraz sonra kendine geldiğinde peri su getirerek yüzüne serpiyormuş. Padişah onun elinden su içip, beraberinde saraya alıp gelmiş

Padişah kırk gece kırk gündüz düğün dernekle peri kızıyla evlenmiş. Aradan bir müddet geçince, padişahın dermanı kesilip,rengi saranp, yüzü değişmeye başlamış. Nihayete padişah vezirine sormuş:

- Ey büyük vezir, ben evlendiğimden bu yana dermanım kesilip, gücüm gittikçe azalıp halsizleşiyorum. Ne yapmak gerek, demiş.
Vezir:
- Doğru söylüyorsunuz, renginiz sararıp, yüzünüz değişip zayıflamaktasınız. Bu hâli bir tetkik etmek doğru olur. Bağışlayın, siz üzülmezseniz, ben size bir sır söyleyeceğim, olur mu? Demiş.
Padişah:
- Olur, söyle, demiş. Vezir:
- Bağışlayın, bu kırdan alıp geldiğiniz kız, yılan peri olmasın. Eskiden ihtiyarlar "Kırda bir yılan olur. Kırk yıl adam görmese, o periye dönüşür ve adama gündüz peri, gece yılan olup görünür" derlerdi. Hatunun da yılan olmasın, diye endişe ediyorum, demiş.
Padişah:
- Öyle ise ne yapacağız? Diye sormuş.
- Eğer uygun derseniz, önce onutam bilmek gerek, sonra çaresini görürüz, demiş vezir.
Vezir düşünerek padişaha şöyle yol göstermiş:
-Bağışlayın, bir gün akşam hatununuza yemek buyurunuz. Tencereye soğan koyup kavurun, suya gittiğinde, tencereye bir avuç tuz atınız. Yemeği pişirip hazırlayıp getirecek, beraber yiyeceksiniz. Sonra yemek çok tuzlu olduğu için çok çay, su içecek, siz de içeceksiniz. Sonra kalan işi gece bilirsiniz. Padişah o gün vezirin dediği gibi yapmış.
Hatunu soğanı kavurup suya gittiğinde bir avuç tuzu tencereye atmış. Yemek tuzlu olmuş. Padişah zorla yemiş. Peri ise utandığından yemekten biraz yemiş. Tuzlu olduğu için çok çay ve su içmiş. Gece yatıp uyumuşlar. Gece yarısı padişah uyanıp baksa, yanında büyük, uzun bir yılan yatıyormuş. Yılan peri uzanıp, sessizce sürünerek havludaki havuza başını uzatıp su içiyormuş. Başı havuzda iken, kuyruğu padişahın yanında imiş. Padişah korktuğundan hiçbir şey diyemeyip sessizce yatıvermiş. Sabahleyin padişah baksa, yanında peri yatıyormuş. Bu sırrı hiç kimseye dememiş, sadece vezirine demiş. Vezir, padişaha:

- Bağışlayın, şimdi siz bir şekilde bu hatununuzdan ayrılmazsanız olmaz. Bunun çaresi şöyle olur. Bir demir kafesten ev yaptırınız. Bir şekilde kandırıp hatununuzu bu eve alıp giriniz. Kendiniz çıktıktan sonra kapıyı kilitleyip sonra ateşe verdirin. Böylece yılan peri yanıp ölecek, demiş.

Padişah vezirin dediğini yapmış. Bir demir kafesten ev yaptırmış. Eve hatunu ile birlikte girmiş. Biraz sonra padişah kafes evden çıkıp, üstüne kilitlemiş. Sonra da ateşe verdirmiş. Bir inledikten sonra, yılan peri yanıp ölmüş. Padişah onun endişesinden kurtulmuş.

("Zümreci ve Kımmat", Özbek Halk tcadi, Taşkent, 1988, s.78-79)

Yılan Peri olarak anlatılan Bu Özbek Masalına benzerlik yönünden Ejderha Kadın adlı Kırgız masalı çok benzemektedir

Uluğbey Bu Benim Yıldızım

|
Uluğbey gençliğinden itibaren gökyüzüne ilgi duyarak bakar, gece ise yıldızlan saydıkça sayarmış. Lakin ne kadar saysa da sonunu getiremezmiş. Günlerden bir gün Uluğbey, parlak bir gecede saray bahçesinde oynayarak ağabeyi ile iddialaşırken: "İşte şu yıldız benim" diyince ağabeyi: "Hayır, öyle deme, günah olur. Bütün yıldızlar Allah 'in", demiş.

Uluğbey: "Vay, bu kadar yıldızın hepsi bir Allah 'in mı, hayır sen hata yapıyorsun, işte şu benim", diye sözünde diretmiş. Ağabeyi de: "Hayır, sen hata yapıyorsun". diye o da kendi sözünde inat etmiş. Ağabey kardeş tartışıp birbirine: "Hayır, seninki yanlış, benimki doğru", diyerek babalarının yanına gitmişler. Babası ne olduğunu sormuş.

Ağabeyi:
-Uluğbey, gökyüzündeki Allah 'in yıldızlarından birisi benim, diyerek hata ediyor, demiş.

-Hayır, demiş Uluğbey, sözünde durarak, kendisi hata ediyor. Bu kadar yıldızı sadece Allah ne yapsın. Onlardan biri benim.

Babası bu konuşmanın devam ederse sonunun iyi olmayacağını anlayıp:
-Evet, tamam, gökyüzündeki en parlak o yıldız Uluğbey'in olsun, demiş.

"Yıldızımı buldum! Yıldızımı buldum!" diye söylemiş sevinçle gökyüzüne bakarken.
Uluğbey'in parlak yıldızı sınırsız kainatta hâlâ parlamaktadır.

ULUĞBEY BU MENİN YÜLDÜZİM
ÖZBEK TÜRKÇESİ
Uluğbek yaşligidân başlâb sâmagâ qızıqıb baqâr, tunda esâ yüldüzlârni sânâgâni-sânâgân ekân. Lekin qançâ sânâmâsin, ahirigâ yetkâzâ almâskân. Künlârdân bir küni, aydın tunda saray bağıda oynâb yürib, âkâsi bilân gâp tâlâşib qalibdi. Uluğbek: "huv ânâvi yüldüz meniki", desâ, âkâsi: "Yoq, undây demâ, günah bolâdi. Hâmmâ yüldüz hudaniki", debdi.
Uluğbek: "Baybo, şunçâ yüldüznifi hâmmâsi bittâ hudanikimi, yoq sen hatâ qılâsân, huv ânâvunisi meniki", deb öz sözidâ turib alibdi. Âkâsi ham: "Yoq, sen hata qılâdursan", deb u ham özsözidâ qattıq turib alibdi. Âkâ-ukâ tâlâşib-târtişib, bir-biri bilân: "Yoq, seniki natoğrı, meniki toğrı", de-yişgâniçâ atâlârinin aldigâ barişibdi. Atâsi nimâligini sorâbdi.
Âkâsi:
-Uluğbek sâmadâgi hudanin yüldüzlâridân bi-rini meniki, deb hâtagâ yol qoyâdur, debdi.
-Yoq, debdi Uluğbâk, sözidâ qat'iy turib, bunin özi hata qılâdur. Şunçâ yüldüzni yalğız huda nimâ qılâdur. Âlârdân biravi meniki.
Atâsi bu gâp âylânsâ aqıbâti yahşi bolmâsligini âfilâb:
-Ha, mayii, sâmadâgi en yaruğ oşâ yüldüz Uuluğbekniki bola qalsin, debdi.
"Yüldüzimni tapib aidim! Yüldüzimni tapib aidim! " deyâ hitâb qılibdi Uluğbek sevinç bilân sâmagâ baqarkân.
Uluğbeknin parlaq yüldüzi çeksiz kainat qa'ridâ hânüzgâçâ turibdi.

UluğBey'in Öğrencisi

|
Sultan Uluğbey'in, Ali Kuşçu adlı bir öğrencisi vardı. Uluğbey onu sever, hürmet edermiş. Bu duruma diğerlerinin hiddetlendiğini Uluğbey bilir, ancak bilmezlikten gelirmiş. Bir gün Ali Kuşçu şehrin dışında yaşayan annesini görmeye gitmiş, ancak orada hastalanmış. İnsanlar: "Dünyaca şöhretli olan sultan, öğrencisini mi gidip görecek, ya da iyileşip dönmesini mi bekleyecek, belki adam gönderip buraya mı getirtiri" demişler. Öğrencisinin hastalığını duyan Uluğbey derhal emdetmiş:

-Yol elbisesini getirin, atlar hazırlansın, Ali'yi görüp nasıl olduğunu öğrenip gelelim.

O zaman başvezirle Şeyhülislam: "Yüce hazret, sizin gibi büyük bir zatın, basit bir öğrenci çocuğu görmek için onun kulübesine gitmesi nasıl olur? İyisi mi, bu fikrinizden dönün", demişler. Uluğbey bu sözü duyunca sinirlenmiş, fakat belli etmemiş:

-İlim ehlini zaman zaman ziyaret edip halinden haber almak sevaptır. Bunun bütün sultanlar, hanlar için hem borç, hem de farz olması gerekir. Haydi çabuk olun, yoldan saray hekimini de alıp âlim Öğrencimin halini görüp gelelim, demiş. Emrin kesinliğini anlayınca hepsi yola koyulmuş.

ULUĞBEKNİN ŞAGİRDİ
ÖZBEK TÜRKCESİ


Sultan Uluğbeknifi Âli Quşçi degân şagirdi bar edi. Uluğbek uni şunçâlik yahşi körib, hürmât qılârkânki, bundan başqâlârnifi ğâşi kelib, ğıjın yürişâr ekân. Uluğbek buni bilâr, amma özini bilmâgângâ salib yürâr ekân. Bir küni Âli Quşçi şâhârdân tâşqaridâ yâşavçi anâsinikigâ barib, kâsâlgâ çâlinib qalibdi. Adamlar: "Kimsân dünyagâ dangı kelgân sultan şagirdini barib körârmikin ya tüzâlib kelişini kütârmikin, bâlki âdâm yubartirib bu yergâ aldirib kelârmikân?" deb qulaqlârini ding qılib urişibdi. Şagirdinin betabligini eşitgân Uluğ-bek dârhal buyuribdi:

-"Yol libasini keltirifilâr, atlar hazirlânsin! Âlini körib, halidân hâbâr alib kelâmiz".

Şunda baş vâzir bilân Şâyhulislam: "Aliy hâzrât, sizdây uluğ bir zatnifi tâgi pâst bir şagird balânin kâsâlini körgâni unift külbâsigâ barişifüz qandây bolârkin? Yahşisi, bu fikrifiizdân qayting!" deyişibdi. Bu Gâpni eşitib, Uluğbeknifi câhli çiqıbdi, lekin özini basib debdi:

-İlm âhlini vâqti-vâqti bilân ziyarât qılib, halidân hâbâr aliş sâvabdir. Bu yumuş har qândây sultanu hanlârgâ ham qârz, hâm farz bolmâğı dârkar. Qam, tez bolifilâr, yoldan saray tabibini hâm alib tâlibul ilm süyükli şagirdimni körib, halidân hâbâr alib kelâmiz, debdi.
Hükm qât'iyligini âfilâb, hâmmâ yolgâ atlânibdi.

Bruni'nin Dinlenme Günleri

|
Biruni, yılda iki kere dinlenirmiş.
Birincisi Nevruz geldiği gün, ikincisi buğdaya ilk orak girdiğinde...

Gönlünü hoş edip, Nevruz geldiği gün erkenden kalkar, yıkanıp taranarak güzel elbiselerini giyinir ve önce yakınlarını, sonra da arkadaş ve kardeşlerini ziyaret edip durumlarını öğrenir, onlarla birlikte olup sohbet eder, şakalaşır, askiyeler söyleşirlermiş. Sonra akşama kadar çift koşar, yere ilk kazma vuruşa katılır, fidan dikermiş...

Halini hatırını soranlara: "Dinlenip, hayatın tadını çıkarmaktayım", diye cevap verirmiş. Başağa ilk orak vurulacağı gün de çiftçi elbisesi giyinip, eline orak alıp ezandan akşama kadar buğday ke-sermiş. Âlimi görenler: "Kolay gelsin, var ol", dediklerinde de: "Dinlenip rızkımı çıkarıyorum", diye cevap verirmiş. Bakın ki büyük âlim, mütalâa, kitap yazış, tecrübe geçirişten yılda iki gün vakit ayırıp ezandan tâ akşama kadar çift koşup, yer çapalayıp orak yapmayı kendisi için dinlenme olarak görmektedir. Evet, Biruni: "Bir dakika vaktimi boşa geçirişim, helak oluşum", dermiş

Google Blogger - Blogspot.com Kapatıldı

| Cumartesi, Ekim 25
Süpriz olmadı ve sonunda blogger'da mahkeme kararıyla kapatıldı. Kapatılmalar çözüm oluyormu sanmıyorum peki bunun çözüm olmadığını mahkemelerin anlaması için ne yapmak gerekiyor onuda bilmiyorum. Bu yazımı Türkiye'deki normal kullanıcı okuyamayacak Kapatmaya neden olan yasadışılığı da Türk halkı okuyamayacak ama biraz internet kullanabilen veya yurtdışında yaşayan herhangi birisi bloga erişebilecek tıpkı yasağa neden olan blogun okunabildiği gibi

Benim gibi bir çok kişi artık sadece beklemek zorunda kalacak çünkü 21. yüzyılda Türk mahkemelerinde bir veya bir kaç kişi şu sitede şu proganda var diyerek dava açmasıyla kararın alınması arasında geçen süre ışık hızından hızlı başka hiç bir konuda olmadığı gibi

blogda efsaneleri yayınlıyordum blogger'in kapatılması da Türk mahkemelerinin Efsanesi olarak tarihteki yerini alacak

Şuç işleyenlere göz yumulmaması gerektiğine inananlardanım ama kapatmanın da çözüm olmadığı bazı yerlerce bilinmesini gerekiyor

nereye kadar kapatma devam edecek

bence kesin çözüm istiyorlarsa

Google arama motorunu kapatsınlar herşey çözülür

Google closed and The End

Budala Efendi ve Cami Efsanesi - Batı Trakya Efsanesi

| Cuma, Ekim 24
Budala Efendi'nin Mekke'de bi camisi varmış. Bi de Şahin'de, Ulucan'da var, bi tane camisi... Bi de bizim köydeki cami... Onlar bi gecede kurulmuşlar...

Ondan sonra Budala taşta. Şıh (şeyh) bi gece hastaymış... Saba bakıyolar cami mazi... Mazisi yok..Bu budala Efendi bunları yaptırmış. Gidiyo Mekke'de kılıyo, bu Budala Efendi, Şahin'de, Ulucan'da kılıyo... Cuma namazına geliyo bizim camide kılıyo... Budala taşlarının kalmasının sebebi odur. Budala, taşlarla geliyo İsice'nin başına. Hoca bizim köyde ezan okuyo. Allah Allah... diyo. Çıkarıyo kuşağını, bakıyo saatine.. Daha beş dakka var... diyor... Bu hoca diyor niye acele ediyo camide namaz kılmaaa. Dikkat ederseniz bizim camide beş dakka namazı geciktirirler... Ondan sonra o geliyo yine namazını kılıyo... Cuma namazını çıktıktan sonra o çeşmenin önüne, bizim dutun altına geliyo... Diyor ki Çamlı Hüseyin Ağaymış imamın adı, "Çamlı Hüseyin Ağa" diyor. "Niye" diyor "bugün acele ettin sen" diyor.. Cemaate namaz kıldırmaya neye acele ettin diyor.. İmam diyor "Budala Efendi ben acele etmedim saat acele etti, saat diyor". Saatin zembeleği çıksın diyo" Budala Efendi. O zaman kuşak, aynı dakkata duşağın arasında parça parça olmuş saat. Ondan sonra anlıyorlar bunun ne olduğunu... Ve bu sefer üç gün sonra Budala Efendi dünyayı değiştiriyor. Caminin sahibi olduğunu, orda o olduğunu biliniyor. O olduğuna dair... Bizim cami tekin değildir. Hiçbir zaman... Mahya yapılırken her sene kurban alıyor.

Nokta, 1988, Iskeçe, Derleyen: Abdürrahim Dede

CAMİ

Bak ben bikere gözümlen şahidim... Caminin üstünü ben bi sene aktardım... Rıza parayı verdi. Ben üstünü yaptım... Akşamleyin üç tane kiremit yetmedi. Okul vardı yanında. O yıkılık okuldan üç tane kiremit aldım. Yaamur yayıpta duvara girmesin diye koydum camiye... Sabahınan gittim, o üç kiremidi almış, yerinden yerine koymuş... Yok yerinde... Ben ondan sonra gittim kendi pansanan üç tane kiremit aldım. Koydum üstüne... Onları atmadılar.

Savaşta... Yine camiye dokunucam...
Almanlar, bu Yunanlar, Yunan askerleri geldi.Bizim köyden geçiyorlardı. Annadın mı, camiye koydular. Camiye girdi askerler. Yunan askerleri dokuz kişi. Sabahleyin, Hayri inan ki, bunu ben gözümlen gördüm, yetiştim... Dokuz kişiden bi tanesi sağlam değil ve Yunanlılar da o gece daa sabah namazında kaçtılar köyden, annadm mı kimisinin gözü gitmiş bir tarafta, kimisinin kaşı gitmiş bi tarafta. Camiye zorla girdiler yattılar, ama bi tane sağlam çıkmadı camiden.

Ve derler ki, üç tane Bulgar askeri, girmiş böyle. Karşıklar'ın evinin altın, Neciplerin İbram dayının evinde tarla sıçanı olmuşlar. Yani böyleydi...
Köresten'de çok eski bi cami varmış kapalımış. Ne zaman Bularlar oturdu bizim köyde, bir tabur piyade bir tabur da topçu. Camiye gittiler açma, ama camiyi açamadılar ve içeriye giremediler, bu caminin kurulduğunu bilen yokmuş.

Kurban Tepe Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
Erenler yolu üzerinde pek çok şehit mezarları bulunmaktadır. Batı Trakya'yı fethederken şehit düşen erenlerden birisi de Menetler köyü yakınında Kurban Tepe'de yatmaktadır.

Bu erenin ve Kurban Tepe'nin hikâyesini Hasan İsmailoğlu şöyle anlattı:

"Biz dedelerimizden duyduğumuza göre, çok eskiden köyün suyu Kurban Tepe'den gelirmiş. Her dokuz yılda bir de köyün suları kesilir, bölgede kıtlık olurmuş. Tepe o zaman sesler çıkanp köylülere zamanın geldiğini, kurban kesmeleri gerektiğini hatırlatırmış. Kurbanlar kesilince de dokuz sene boyunca bol bereketler olurmuş.

Halâ her dokuz yılda, dokuz sığır kesilerek Kurban Tepe'de mevlütler okunur, dualar edilir. Bütün Batı Trakya halkı mevlüde davet edilir.

Bu bölgedeki köylüler her dokuz yılda bir kurban kesmezlerse kötü olaylarla karşılaşacaklarına ve kıtlık olacağına inanırlar.

Kaynak kişi: Alirıza ismail
Doğum yeri: Delinazköy Gümülcine (komotini) Yaşı: 60
Derleyen: ilknur Halil Halil

Rûşanlar Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
Burası İslâm olmazdan önce, Anadolu'dan bir zât otuz kırk askerlen gelmiş. Buralara yerleşmek istemiş. Nereye yerleşelim diye söylenmişler. Zât, Kaziler'den bir mızrak atmış ve Rûşanlarda saplanmış(l). Zât, askerleriyle birlikte Rûşanlar'da yerleşmiş.

Domutukaya(2) yakın bir yerde kendisine ait bir yer seçmiş. Kendisine orda bir tekke yapmış. Askerleri dâima savaşırlar, daha sonra bu tekkeye gelir, kazan kaynatır, yemek yerlermiş.

Gümülcine'ye yakın bir yerde bir kale varmış. Askerler bu kaleyi almak istemişler. Zât demiş ki, eğer kaleyi almakta zorlanırsanız beni anın, ben yanınıza gelirim. Askerler kaleye doğru ilerlemişler. Karşılarına Sankız adında bir ordu çıkmış. Hemen zâtın adını anmışlar. Zât, tekkesinden çekilmiş, atını zorlayarak askerlerin yanına varmak istemiş. Atı yolda ölmüş. Orasının adını Atmezar koymuş. Yıllarca sonra mezarın üzerinde at şeklinde bir ağaç bitmiş. Bunu değil dedelerimiz, hatta babalarımız bile hatırlamıştır.Yoluna devam etmiş.

Kendisinin fındık ağacından bir kılıcı varmış. Karşısına büyük taşlar çıkmış. Zât, demiş ki, taşta mı keramete kılıçta mı? Fındık ağacından yapılmış kılıcıyla taşlan doğramış. Sarıkız'a ulaşmış. İlkin Sankız ona üç defa taş atmış. Zât, elleriyle karşılamış. Sankız, hadi demiş, sıra sende. Zât, kızı tutmuş ve parçalamış. Kızın şapkasını fırlatıp atmış, şapka Şepkâne'ye düşmüş. Daha sonra saçı Sıçanlı'ya, bir ayağı Baldıran'a, diğer ayağı Akbıldır'a düşmüş(3).

Bu yerler köy, kasaba ve orman olarak adlarını korumaktadırlar. Askeriylen Gümülcine'ye ulaşmış ve Misine Kalesi'ne bir dua etmiş. Misine Kâlesi'nin altı üstüne dönmüş, yıkılmış.

Derleyen: S. Burhanettin Akbaş
Kaynak kişi: Hüseyin Apti ;Yaşı: 85 ; Gümülcine Yunanistan
(Ercdyes Dergisi, s. 166, ekim 1991, Kayseri) Kaziler (Gâziler_ ve Rûşanlar, bölgedeki mevki adlandır.

(1) Domutukaya: Dimetoka. Bu isim Rumca olmasına rağmen Domutukaya şeklinde söylenerek sanki Türkçeleştirilmiştir.
(2) Şepkâne, Sıçanlı ve Akbıldır, Gümülcine'de mevki adları, Baldıran ise Gümülcine'ye bağlı bir köydür.

Bayatlı Adı ve Anagöl Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
BAYATLININ ADI İLE İLGİLİ RİVAYETLER

Pagurya köyünün eski adı olan Bayatlı kelimesi ile ilgili olarak iki rivayet dolaşmaktadır.

"Bunlardan birincisi: güya bundan 250 300 yıl önce iyi cins atlan ile meşhur bir boy. Buralara gelip yerleşmiş ve bunlar (Bir boyatlı) denmiş. Kelime, zamanla (Boyatlı) şekline girmiş. Daha sonra da şimdiki söyleniş şeklini almış ve (Bayatlı) olmuştur.

Diğer rivayete göre ise, köyün biraz güneyindeki bir bölgede yıllarca süren savaşlar olmuş. Her iki taraf ta büyük kayıplar vermiş. Taraflardan birinin komutanı:

Bu iş artık çok bayatladı demiş. İşte o zamandan beri de köyün adı (Bayatlı) kalmış." (Nokta Iskeçe Gazetesi)

ANAGÖL EFSANESİ

Bayatlı'nın güneydoğu tarafına bakan kısmından, Kurşunluk denizine doğru bir yol gider. Bu yolun kenarında sazlarla örtülü çevrili bir göl vardır. Bu göle "Ana Göl"derler. Balığı ve ördekleri çok boldur. Eskiden bu gölün kenarında, her sene "Tekke kurulurdu. Kurbanlar kesilir, pilavlar pişer, ayranlar içilirdi. Bütün ahali hayvanlarıyla, kağnılarıyla varsa traktörleriyle oraya akın ederlerdi. Herkes o gün adağını kurban eder dualar okurdu. Hatta benim oğlum küçükken çok sık hastalanırdı da, annesi bu tekkeye bir adak adamıştı. Oğlum 14 yaşına basınca beraberce Tekkeye gidip kocaman bir koç kurban etmiştik. Tabii o zamanlar artık "Tekke" kurulmuyordu.

Yine bu yerlerde, eskilerin anlatmasına göre şöyle bir olay olmuştur: Bu civarlarda (köy ile göl arası bir yerde) günün birinde iki gelin alayı karşılaşırlar. Tabii o zaman böyle taksiler, otobüsler yok. arabalar, atlar bir çoğu da yayan giderdi alaylarda,iki gelin alayının karşılaşması ise çok kötü bir alametti. Böylece iki alay birbirine girmiş ve kopan kavgada çok kan dökülmüştür. Bu arada iki taze gelin de ölür. O yüzden buralar uğursuz sayılmıştır.

Nokta, S: 21, 7.10.1988, Iskeçe
Derleyen: Abdurrahim Dede

Gelin Mezarı Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
Gelin Mezarı denen yer küçük bir binadır. Binanın içinde bir mezar, mezarın üzerinde de bir şilte1 örtülüdür. İnsanlar buraya mumlar yakarlar, dilek dilerler.

Buraya gelin mezarı demelerine gelince de, çok eskiden Karaoğlan köyünde bir kız varmış. Bu kızla oradan bir oğlan birbirlerini çok severlermiş. Fakat kızı Karaçukur köyünden başka bir oğlana vermişler. Düğün günü Karaçukur köylüler gelini almışlar giderlerken Gelin Mezan'nın olduğu yere tam geldiklerinde bir sakırga çıkmış, katırın üstündeki gelini uçurmuş. Sakırga geçince herkes gelini çok aramış ama bulamamış. Gelin kayıplara karışmış gitmiş. Yalnız gelinin katırın üzerinden uçtuğu yerde üç damla kan görmüşler. Daha sonra da gelinin sevgilisinin düğünden önce sevgilisine kavuşmak için o kanın olduğu yerde dua ettiği öğrenilmiş. Aynı yere gelince sakırgayla birlikte gelin de kaybolup gitmiş. Bundan sonra halk düşünmüş taşınmış gelinin erenlere kavuştuğuna inanmışlar ve o üç damla kanın aktığı yere bugünkü tekkeyi yapmışlar. Tekkenin içine gelinin mezarını yapmışlar, şiltesini sermişler. O günden bu yana Karaoğlan'da her sene geleneksel olarak maya yapılır, kurbanlar kesilir, pilavlar yapılır ve bütün çevre köyler mayaya davet edilir.


Şilte: Batı Trakya'da hemen hemen bütün evlerde bulunan kare şeklinde içi pamukla doldurulmuş, odanın içinde kilimlerin üzerine konup oturulan bir yazgı çeşididir.

Kaynak kişi: Ramadur Salih
Doğum yeri: Iskaçe
Yaşı: 48

Karaoğlan Tekkesi Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
Denizden beşyüz altıyüz metre yükseklikte Karaoğlan Dağı tepesinde bir Tekke var. Karaoğlan Tekkesi. Orası çok yokuş, çok serin. Hatta yazın bile üşürsün, oranın her sene "mayası" olur. Aşağıdan ovalılar da gelirler ama çok az gelirler. Çok yokuş olduğu için gözü almaz gelsinler...

Söylentilere efsanelere göre Karaoğlan Tekkesi bir, bir de Yenice'de, ovada bir Tekke varmış. Yenice Tekkesi. Akbaba kalırmış orda. Bir Ortaköyünde yani Karaçanlarm altında bir Tekke varmış, adı Bozoğlan'mış. Şimdi Ortaköy köy bile dil. Yalnız bir mezarlık kalmış. Bunlar üç kardeşmişler. Birisi Yenice'de kasabada, birisi Ortaköy'de, birisi Karaoğlan'da evliyalık yaparmış.

Karaoğlan'daki evliya bir gün Yenice'ye Akbaba'ya giderken almış mendilini, bir mendil soğuk su götürmüş... Yenice'deki evliya ayakkabıcılık yaparmış... Karaoğlan evliyası asmış suyu oraya, duvara demiş: Birader, kardaşım. Sana Karaoğlan'dan yalnız bir mendil buz gibi su getirdim,serinleyesin diye.

Fakat o anda çok güzel bir kadın gelmiş bir çift ayakkabı ısmarlama. Neysa Akbaba, ayak kabıcı ya, ayakların ölçüsünü alırken ne de olsa tabi kadın eteklerini yukarı çekmiş. Çok ta beyaz baldırları varmış. Baldırlarını görünce Karaoğlan'daki Tekke içi bozulmuş. Bir de ne baksın kardaşı, o Yenice'deki Tekke, Akbaba yaani; Men dilden su başlamış damlamağa... Demiş: "Birader kendini topla "Kendine gel" demiş. Bak su damlamağa başladı. Karaoğlandaki tekke kendine gelmiş. Mendilden de su damlamamış o zaman. Ak baba demiş: Ya demiş, Karaoğlanda, dağda, balkanda evliyalık yapmak kolay, kasabada yapmak zor işte."

Kaynak: (Abdurrahim Dede, Batı Trakya Türk Folkloru,1978) v.v.Â
Derleme yeri: Karaoğlan Cümülcine
Anlatan: Mümin Karabaş Yaşı: 72

Küplü kurbanı Geleneğinin Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
Kozlardere, (bugünkü resmi adı Linos). Komotini (Gümülcine)'nin batısında ve şehire 13 kilometre uzaklıkta orta büyüklükte şirin bir köy. İnsanlarmm çalışkanlığı ve özellikle toplum standartlarına göre oldukça çok sayıda üniversite mezunu vermekle tanınır.

Yıllardır bu şirin köyümüzde bir gelenek hiç aksatılmadan köy sakinleri tarafından başarılı bir şekilde sürdürülmektedir. KÜPLÜ KURBANI. Kesin bir tarihi olmaksızın, genellikle hasat zamanında her yıl gerçekleştirilen bu gelenek, çok uzun yıllar öncesinden gelmekte ve bir efsaneye dayanmaktadır.

Kozlardere köyünün eteklerine kurulduğu dağların üzerinde, yaklaşık köyden 45 kilometre uzaklıkta düz bir alan vardır. Burası Küplü'dür. Bugünkü köy halkının ataları yıllar önce burada yaşarmış. Daha sonraları göç edip bugünkü köyün olduğu yere yerleşmişler.

Bir efsaneye göre, yıllar önce Küplü'de "kıran" adı verilen salgın bir hastalık baş gösterir. Salgından birçok genç ve yaşlı yaşamını yitirir. Küplü sakinleri çaresizdir. Ellerinden hiçbir şey gelmez. Hastalığa yakalananların ölümü beklemekten başka çareleri yoktur. Genç delikanlıların, kızların, çiçeği burnunda gelinlerin kaybı acı üstüne acı eklemektedir.

Bir gün bir ihtiyar çıkagelir köye. Toplumsal özelliklerimize has bir şekilde ağırlanır. Yemek yenip camide namaz kılındıktan sonra köy odasında sohbete oturulur. Laf lafı açar ve köylünün derdi "ak sakallı dede"ye anlatılır. Dede köy halkına, kurban kesmelerini, kurban etini köy halkına ve etraftan gelecek olanlara sunmalarını; ayrıca bir sahan etki pilavın da bir köşeye bırakılmasını söyler. Sohbet biter ve dede alır yolunu gider.

Çaresizlikten kıvranan insanlar bunu yapmağa hazırdır zaten. Hemen bir dana kurban edilir. Pişirilen etki pilav okunan mevlit ve dualardan sonra katılanlara sunulur. Bir sahan pilav da bir köşeye bırakılır. Sanki herşey o dananın kanındaymış. Akan kan gibi "kıran" da gitmiş ve köy salgından kurtulmuş.

Olaya çok sevinen Küplülüler "ak sakallı dede"yi her ne kadar aramışlarsa da bulamamışlar. Fakat bu geleneği de hiç aksatmadan sürdürmüşler.

Yine bir yıl, kesilecek kurban getirilip ağıla kapatılmış. Hazırlıklar tamamlanıp misafirler çağrılmış. Kurbanın kesileceği gün, bir de bakmışlar ki, kurban yerinde yok. Bir telaş almış Küplüleri. Dağa taşa, her yere dağılıp aramaya başlamışlar. Bulamayıp geri dönmüşler ve başka bir danayı kurban etmeye karar vermişler. Fakat sabahın ilk ışıklarıyla beraber, kendilerine "kurban" öneren "Dede"nin danayı kaybolduğu ağıla bırakıp hemen gözden yittiğine tanık olanlar olmuş. O gün bu gündür "Dede"nin Tanrısal bir güç olduğuna inanılır ve bundan dolayı bu geleneğe "Dede Kurbanı" diyenler de vardır. Köyü hastalıktan kurtaran bu tanrısal gücün köyün koruyucusu olduğuna da inanılır.

Yunanistan'da yaşanan iç savaş yıllarında, bu köyümüze çeteler tarafından zarar verilmesini "Dede"nin önlediğine inanılır.

Yine bu savaş yıllarında bir komşu köyü tepeden tırnağa soyan çeteciler, Küplü köyünden geçmektedirler. Fakat her zaman kötülüğün karşısında olan "Dede" çeteciler köye ayak bastığı anda onları cezalandırır. Her yer ateşler içinde kalır. Çeteciler çalıntı malları olduğu gibi bırakıp kaçarlar. Daha sonra bunlar, köylüler tarafından gerçek sahiplerine verilir.

Kozlardere köyünde yaşamın bir parçası haline gelen, eski yerleşim yerleri olan Küplü'den getirdikleri bu gelenek hiç aksamaz. Aksadığı anda "Dede"nin köyü cezalandıracağına inanılır. Nitekim yakın geçmişte, çalı çırpı ile çevrili mezarlığın çevresinin duvarla sarılması kararlaştırılır. Ekonomik durumları pek iyi olmasa da halk, elinden geldiğince yardımda bulunur ve elbirliğiyle duvarlar örülür. Bu yıl duvarları ördük, ekonomik durumumuz kötü, bir de kurbana masraf etmeyelim, kurban işini gelecek yıla bırakalım, diye bir görüş benimsenir köyde. Benimsenir ama, gel gör ki "Dede"bunu asla kabul etmez. Ceza gerçekten ağırdır. Birkaç haftaya sığan tam yedi ölüm. Köyde bir telaş. Herşey bir yana bırakılıp cepler son haddine kadar zorlanarak kurban gerçekleştirilir ve köy "Dede"nin cezasından kurtulur.
İşte, Küplü veya Dede kurbanı diye adlandırılan ve her yıl aksatılmadan sürdürülen geleneğin dayandığı efsane budur.

Kaynak: (Şafak 27,1992, Gümülcine)

Karaca Ahmet, Karaca Ayşe Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
İskeçe'nin Büyük Emirli köyüne yüzyıl kadar önce, bir adam kızıyla beraber geliyor. Köyde onları kimse tanımıyor. Karaca Ahmet adındaki bu adam Karaca Ayşe'yle beraber, köylülerden bir kulübelik yer istiyor. Köylüler yer vermiyorlar ve onları kovuyorlar.

Karaca Ahmet'le kızı Karaca Ayşe bu kez, köyün Bahçeoluk denilen yukarı mahallesine gidiyorlar. Oradakilerden de yine bir kulübelik yer istiyorlar. Köylüler yine vermiyorlar. Karaca Ahmet güneşli bir havada elindeki mızrağını yere saplıyor. Öyle bir su akıyor ki, dereler gibi... Kuraklıktan sızlanan köylüler, dereler gibi akan suyu görünce şaşırıyorlar. Karaca Ahmet ve kızı Karaca Ayşe'nin peşine düşüyorlar. Ama adam ve kızı hep on adım önden gidiyor. Köylüler bir türlü yetişemiyorlar. Adam Şahin'e varmadan köprüye yetişiyorlar. Karaca Ahmet burada köylülere "Dönün bana borçlu olun" diyor ve kızıyla kayboluyor.

Karaca Ahmet'in türbesi Şahin de caminin içindedir. Ziyaret yeridir. Karaca Ayşe'nin türbesi ise Şahin çayının yukarı bir tepesindedir.

II. Dünya Savaşı'nda Almanlar geldiğinde bu tepede bu türbeye top atıyorlar. Fakat türbeye dokunamıyorlar. Yalnızca bir köşesinden azıcık yıkılmış köşesi bulunuyor. Almanlar "Bu bina nedir, neden yıkılmıyor?" diye soruyorlar. Orada bir keramet olduğunu anlayıp dokunamıyorlar. Karaca Ayşe'nin türbesi şimdi bir adak ve ziyaret yeridir.

Derleyen: Feyyaz Sağlam
Yöresi: Büyük Emirli köyüIskeçe
Kimden derlendiği: Saliha Çin'den
Kaynak: Feyyaz Sağlam arşivi

Evren Gölü Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
"Okçular altında, Karasuyun doğu kıyısında Evren Gölü diye bir göl var bugün. Bu göl eskilerimizin anlattığına göre: Okçulardan bir delikanlı varmış. Bugünkü Evren gölünün olduğu yerde eskiden orman varmış. Göl yokmuş. İşte o ormana o delikanlı oduna gidermiş. Arabasını koşar veyahut eşeği alır odun kesmiye. Evine odun getirirmiş.

Birgün ormanda odun keserken çok güzel bir peri kızı çıkmış yanına. Kızı görünce aşık olmuş zavallı delikanlı. Kız ona doğru gelmiş, o kıza yürümüş. Oturmuşlar, konuşmuşlar, sevişmişler. Odun kesmiş, peri kızı ona yardım etmiş. Yükletmiş odunlarını gelmiş köye. Fakat o delikanlıcık zavallı, hiç uyuyamamış. Peri kızı aklından çıkmamış. Zor beklemiş sabah olsun gitsin ormana odun kesmee. Sabah olunca gene ormana gitmiş odun kesmee... Gene peri kızı çıkmış oturmuşlar,konuşmuşlar, sevişmişler... Evine dönmüş. Ertesi günü gene oduna gitmiş. Aylarlan peri kızınlan sevişmiş. Fakat günün birinde peri kızı demiş. Şenlen demiş biz gidelim memleketime. Benim evrenime. Orada yaşayalım.

O demiş Pekiy...

Kütün üstüde öyle oturur konuşurlarken peri kızı almış bunu, bir gürültü, bir sakırga almış gitmişler, nere girmişlerse. Ondan sonra ne peri kızı görünmüş, ne de Okçular delikanlısı görünmüş. Fakat onların oturdu yerde Kocaman bir göl olmuş. Bugün de göl ve gölün ismi EVREN GÖLÜ kalmış..."

Derleme Yeri: Sünnetçiköy İskeçe
Kişi: Rıza Mutuş Yaşı: 48
Kaynak:
(Abdürrahim Dede, Batı Trakya Türk Folkloru 1978).

Göç Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
Bizim köy, dedelerimizden, babalarımızdan işittiğimize göre çok eskilerden kalma. Hatta işte cami beşyüz, beşyüz elli senelik cami. Kitabesinde sekizyüz altmışüçte yapılmış diye yazıyor. Cami yapılmazdan önce buraya iki kişi gelmiş. Ama nereden gelmişler, Anadolu'dan mı gelmişler, yabancı iki tane insan gelmiş. Birisinin ismi Yunukoğluymuş, diğerinin ismi de Ummanoğluymuş.

Bu Umman'la Yunuk bu köye birer kulübe yapmışlar. Başlamışlar burada düzce yerleri kazmağa, ekmeğe. Birkaç koyun, keçi edinmişler, sığır edinmişler. Epey sene tabi geçmiş, iki koyun derken üç olmuşlar, dört olmuşlar... Hayvanlar çağırkeydin insanlar da çoğalmış... On hane olmuşlar. O zaman bu cami yokmuş... Cami olmazdan önce bütün insanlar,, buralarda yaşayan bütün insanlar giderlermiş Sanyere. Sarıyer Camisine. Cuma namazına. Ama Sarıyer Soğucaktan aşağı yukarı ayakta tabi, veyahut katırlan, balkan yolu, en azından beş altı saat uzaklığında. Neyse köy çoğalınca, demişler. "Burya bir cami yapalım. Cami yapmışlar ve bugün de cami halen çok güzel, büyük bir cami. İkiyüz üçyüz kişiya alabilir içine rahatlıkla. Gördün. Velhasıl bizim köy büyümüş. Buraları barındıramaz olmuş insanları. Kaçmışlar burdan üç beş hane yukarı bir düzle gitmişler. Orda bir köy kurmuşlar. Sonra yavaş yavaş elli hane olmuş onlar da... Tekrar bizim köy çoğalmış... Çoğalınca Yukarı Soğucağı kurmuşlar... Orası da 40 hane olmuş. Orası da barındıramamış. Tekrar birkaç hane kalkmış gitmiş Karaoğlana. Karacalara... Karaoğlan, Karacalar köyünü kurmuşlar... Gene olmamış... Soğucak büyümüş... Kalkmışlar otdan, gitmişler Sinikovayı kurmuşlar. Sinikova bugün dörtyüz hanelik köy... İşte böyle bütün balkan köyleri hep buradan gitme, bizim köyden... Seneler geçmiş biz de bütün balkanları böylece kaplamışız...

Derleme yeri: Soğucakköyü Gümülcine
Anlatan: Mümin AHosman Yaşı: 81

Kaynak:
(Abdürrahim Dede, Ban Trakya Türk Folkloru 1978).

Karaoğlan Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
Karaoğlan dağları İskeçe'ye bağlı Sünnetçiköy'ün hemen eteklerinde başlar. Bu dağların şirinliği, hele yazın serinliği insanı kendisine bağlar. İşte bu dağlarda bir zamanlar Karaoğlan adında bir yiğit varmış. Bileği güçlü, yüreği dopdolu. Oralarda yakın köyden bir kız sevmiş. Kız yapyabancımın biriymiş. Karaoğlan bir Türk yiğidi imiş. Yapyabancı Türklere kız vermezlermiş. Ama kızın yüreği Karaoğlan'a tutkunmuş. Birgün buluşup elele vermişler, dağlara çıkmışlar,dağlar bizim demişler. Demişler ama, arkadan çeteler yürümüş, eli tüfekliler çıkmış.

İki sevgili, iki yavuklu dağlarda, yamaçlarda epey zaman sürünmüşler. Ama nihayet dağ dediğin insana yurt yuva olmaz ya... Karaoğlan ovaya inmeyi hiç çetecilerle göğüs göğüse hesaplaşmayı kaçınılmaz görmüş. Yavuklusunu köyün imamına teslim etmiş. Sonra Yalnız başına dağa çıkmış, çetelerle hesaplaşmaya tutuşmuş, onları birer birer temizlemiş.

Günler geçmiş, Karaoğlan da işini bitirmiş, köye dönmüş. Ama ne denir ki, uğruna can koyduğu yavuklusunun ölüsüyle karşılaşmış. Kızı alıp iki dağ arasında bir yamacın ortasına gömmüş. Bütün köy halkı gözyaşı dökmüş. Şimdi Batı Trakya dağlarında o yamaç arasından geçenler sularda, esen yellerde, çağıltılarda hep o ağıdı dinlerlermiş. Kimin düğünü varsa, kim mutlu güne ayak atmak istiyorsa önce o dağ yamacındaki yavuklunun mezarını ziyaret ederlermiş. O günden bugüne Batı Trakya'daki o yöre Karaoğlan adıyla bilinmektedir.

Karaoğlan, daha sonra bir süre yaşamış, kendi adını verdiği Balkanı'da vefat etmiş. Bugün de türbesi Karağolan Dağının tepesindedir.

Kaynak: Hakka Davet, S: 19, Gümülcine.

Kütüklü Tekke Efsanesi - Batı Trakya efsanesi

| Perşembe, Ekim 23
batı trakya tarihi yapıları

Bizim köyde Boru gölünün batısında, yani Sünneçi köyün 5-6 km. doğusunda Kütüklü Tekke diye anılık bir tekke vardır. Bu tekke bir zaman çok zenginmiş. Herkes oraya gider kurbanlar keser, hatta biz bile gittik oraya, çocukluğumuzda kurban kesmiye.

Bu tekkenin eskilerden üçyüz dönüm kadar ormanı varmış. Bu ormandan kimse hiç bir dal, bir çrpı bir yaprak dahi koparmazmış. Çok ta arıları varmış. Beşyüz, bin kovan kadar arılan varmış. Hırsızlar bir gice demişler: Gidelim, şurada çok bal vardır, çalalım. Birkaç kovan arıdan ballarını çıkaralım. İki arkdaş gitmişler, iki hırsız, almışlar iki tane arı, götürmüşler, yörümüşler... yörümüşler... yörümüşler.


Bakmışlar Tekke yanlarında. Ha biraz ta yörüyelim. Yörümüşler, yörümüşler, saatlarlan yörümüşler adamlar, dönmüşler, bir de baksınlar gene tekke yanlarında?., yörümüşler, yörümüşler üçüncü defa, sabah yakınmış nerdeyse, bakmışlar gene tekkenin yamayacak. Biz arılan bırakmadan gidemeyiz. Bırakalım Bakalım da o zaman ne yapacak?" Arılan dönmüşler, yerlerine koymuşlar, onda sonra yavaş yavaş çıkmış gitmişler. Sabah olmuş.


Kütüklü Tekke ile ilgili bir başka efsane de şu:


"Gereviz'den yani tekkenin en yakın köylerinde bir Rumun biri, gitmiş, Tekkenin içinde bir mezar var tabi, Demiş: "Şu mezarı ben kazayım da bunun içinde para vardır. Kazmışlar, kazmışlar, bir iki boy kazmışlar, para çıkmamış. Fakat tekkenin eşik taşı varmış, mermerden yapılmış, dörtköşe, gayet güzel bir taş. Taş hoşuna gitmiş Rumun birisinin. "Alayım bunu bari" demiş "Gideyim hayvan damına, hayvan alnına koyayım bunu eşik taşı yapayım" almış götürmüş evine adam, koymuş dama, eşik taşı yapmış. Fakat o akşam yatmış. Rüyasında onun bütün gece durmadan "Taşı yerine götür, ölecen" diye dermiş. Tekke Baba velhasıl

Rum bütün gece sıkıntıdan uyuyamamış. Ertesi günü işine gitmiş. Ama o gördüğü rüya aklından hiç çıkmamış. Akşam gene olmuş, yatmış yataa, gene sıkıntı almış, bir türlü uyuyamazmış. İlle "Taşı yerine götür" diye Kütüklü Tekke Baba söylermiş rüyasında. Sabah olmuş ikinci geceyi de hiç uyumadan geçirmiş. Bütün gece onu düşünmüş. Demiş: "Bu akşam da onu görürsem bakalım ne yapçam." Üçüncü akşam da yatmış, gene bütün gece "Taşı yerine götür.i.. Taşı yerine götür". Bütün gece gene söylenmiş sıkıntıdan.

Rum bütün gece hiç uyuyamamış. Ertesi günü kalkmış İskeçe'ye doktora gitmiş, doktor bakmış, demiş: "Sen bi kötülük mü yaptın ne varsa aklında karik o vaadini yerine getir." O da doktora anlatmış. Doktor demiş: "Sen taşı al yerine götür yoksa başka türlü uyuyamazsın." Rum dönmüş doktordan, gelmiş köyüne. Almış taşı, götürmüş tekkeden çıkardığı yere. Daha âlâ daha güzel koymuş ve mezarı da biraz öteberi gömmüş.


Fakat bugünkü tekke tabi eskisine nazaran harabe durumda. Tekke denecek yanı yok yani.


(Abdürrahim Dede, Batı Trakya Türk Folkloru, 1978)
Derleme Yeri: Sünnetçiköy-îskeçe

Kişi' Fahreddin Ağa Raif

Yaşı: 74


Batı Trakya Online'ın haberine göre Balkanlarda Kültürel Soykırım yapıldığı ve Kütüklü Tekke bunlardan sadece biri


Kütüklü Tekke kiliseye çevrilmek isteniyor!


Yenice Belediyesi’ne bağlı Gereviz (Selino) köyünde bir tarla içinde bulunan tarihî bir yapıdır. Yapı iki bölümden ve iki kubbeden oluşmaktadır. Ana kubbenin altında bir yatır bulunmaktadır. Kitabesi tahrip edilerek ortadan kaldırılmıştır. 15. yy ait olan eserin içi kiliseye benzetilmeye çalışıyor. Zaman zaman kiliseye ait unsurlardan temizlense de, fanatik Yunan çevreler tarafından ısrarla tekrar bu unsurlar yerleştirilmektedir. Türbe’nin içinde ikonalar, ve onların anısına yakılan mumlar ile İncil yer almaktadır.

Ali Taşı Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
"Karyemiz Demircikte Ali Taşı isminde gayet yüksek, uçurumlu, üç minare dört minare yüksekliğinde dimdik bir taş vardır. Yüksekliği kadar genişliği de vardır.
Ali Taşı adını almasının sebebi:
Çok eski zamanlarda oralarda yabani keçi ve yabani tekeler varmış. Karyemizden Ali isminde birisi bir gün bir torba mısır unu ile karışık tuz alıyor. Bir de uzun ve geniş bir de tahta alıyor. Doğru taşın üstüne çıkıyor. Tahtanın bir ucuna doğru bir kilo kadar tuz ile karışık mısır unundan döküyor ve tuzlu mısır ununu döktüğü tarafı uçuruma doğru uzatıp, diğer boş olan tarafı bir taş ile bastırıyor... Keçiler tuzlu una gelip tahtanın üstünden yürüyerek, uçurum tarafına geçtikleri zaman, ağır gelip aşağıya düşüyor. Ali de aşağıda bıçak ile bekleyerek hayvan düştüğü zaman kesip, yüzüyor ve evine götürüyor. Bu işi çok defa yapıp tekrarlıyor. Bir çok defalar böyle hayvanları öldürdüp beş minare yüksekten tahta ile beraber kırdırıyor.

Bu işi senelerce yaptıktan sonra bir gün yine tahtayı yerleştirirken: "Yeter Ali Yeter.. Artık bırak bu işi... Yeter..." diye bir ses işitiyor. Ali bu sesten korkuyor ve hemen kaçıyor... Bu işi altı ay kadar terk ediyor... Altı aydan sonra yine gidiyor... Bu sefer taşın üstünde tahtayı yerleştirirken kendi düşüp parçalanıyor. Namı nişanı kalmıyor.

O zamandan beri bu taşın ismi ALİ TAŞI kalıyor.

Yer: Demircik Köyü-îskeçe
Kişi: Abdullah Dede
(Nokta, 7.10.1988, Iskeçe)

Ayı İni Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
"Ben küçük iken... 6 yaşında bir kız iken... Tarlaya gidiyorduk, çapaya... Orda İni" denen bir yer vardı... Bir gün oraya götürdüler beni... İçeriye girdik... Dediler ki
"-Buraya evliya gelmiş." Bak-tım, başını dayadığı taşta izi kalmış... Parmakları olduğu gibi bezbelli... Bastığı yere ayaklan batmış... Ayak izleri taşta bezbelli... ben böyle belledim...

Daha sonraları, büyüdüğüm zaman, soruşturdum... Hikayesini sordum. Anlattılar bana... Dediler ki:
"-Bizim köye eskiden biri gelmiş atıylan... Evliya imiş... İstemiş ki ona ev yapsınlar...

Ufacık, yatacak bir yer versinler... Dileğini kabul etmemiş köylüler... Bu yetmezmiş gibi kovalamışlar da evliyayı... O da oraya gitmiş... Ayı İni'ne... Geceyi orada geçirmiş.

Sabalaym uyanmış... Atım çekmiş yandaki mağaradan... Atını orada bırakmış... Bugün atın bastığı yerler halen belli... İzleri halen belirgin... Orada... Yandaki mağarada...
Oradan, atına binmiş, köye inmiş... Köyden geçerkeydin demiş ki:
"-Bu köy yüz hanedir. Yüzbir demesin" Ona ev yapmadıkları için... Kabul etmedikleri için

Bu ilenci ettikten sonra Garkova'dan Kaya ovası'na, ordan da Büyük Dere'ye inmiş... Şimdi bile geçtiği yerlerde atın bıraktığı ayak izleri silinmemiş. Olduğu gibi duruyor. Ve ordan Şahin'e gitmiş... Şahin'liler, onu kabul etmişler. Ağartamışlar.. İstediğini yapmışlar... Ve o evliya orda kalmış.. Orda yaşamış.

Orda öldükten sonra Evliya, hayatta iken orda n'aptıysa yapmış, ne yaptığını ben de bilmiyorum. Öldükten sonra şimdi yakma kadar, belki yüz sene, belki yüzelli sene geçmiş geceleri kandi yanıyormuş. Tekkede. Tekkenin yanında da çeşme varmış... Geceleri kalkıyormuş, bir eline ibriği diğer eline kandilini alıp suya gidiyormuş... Abdest almaya gidiyormuş.

Karşıdan, Şahin'den gözlüyorlarmış onu... Fakat bir gece kaybolmuş... Deniliyor ki, o zaman ölmüş işte... Ne zaman ki kandil yanmaz olmuş, o zaman oraya gitmişler... Orada onu ölü bulmuşlar. Yıkanmış hazırlanmış vaziyette.. Onu üçler, kırklar, ye-diler hazırlamışlar... Kabr-i Şerif... Onu arkadaşları tımar etmîş, hazırlamışlar cesedini besbelli...

O zamandan beri her gün, her asam Şahinliler oraya gider, ibrikleri suylan doldururlar... Sabalaym bakarlar, ibrikler boşalmış... Birileri abdest aknış... Fakat abdest alan ölünün kendisi değildir... Onu ziyarete gelen arkadaşları, üçler, kırklar, yediler'dir. Ölüler kalkmaz, abdest almaz... Olsun Evliya... Dünyadan göçtümüydü herşey biter.

Yüz seneden fazla zaman geçmiş, üç defa devir, devr-i dünya olduktan sonra ancak köyümüz yüzelli hane oldu... Şimdi yeni evler yapılıyor... Ben hatırlıyorum, beş sene önce köyümüz yüz hane idi.. Şimdi bina yaptılar... Çoğaldılar... Geliştiler... Haral vakit geldi... İlenç bitti."


Derleme Yeri: Demircik-Iskeçe
Kişi: Safiye Hasan, yaşı 64
Konusu: Efsane

Kamberler Köyü Efsanesi - Batı Trakya Efsaneleri

|
Mirkoz yakınlarında bulunan Kamberler Köyü, eskiden bizim köyümüzdü. Sonadan boraya geldik. Eskiden bizim köyümüzde halâ bulunan pınar köyümüze hiç su vermezmiş. Her gece de sesler çıkarıp bağırırmış, köylüleri rahatsız edermiş. Köylüler susuzluktan ne yapacaklannı şaşırmışlar. İçmek için bile su bulamazlarmış.
Köylüler bir araya gelip düşünüp taşınmışlar, başka bir yere göç etmeye karar vermişler. O gece bınarm yanından geçerken köyün çobanı durmuş, bmara doğru bakma başlamış. O sırada bmarın başında san saçlı güzel bi peri kızı belirmiş. Çoban şaşırmış kalmış. Peri kızı çobana doğru gelip. Başka yere göç etmeyin. Her sene bana bensiz kara kuzu kesin suyunuz akacak demiş.

Çoban duyduklarını sonaki gün köylüye annatmış. Sonaki gün, hemen bmarda bensiz bir kara kuzu bulunup kesilmiş ve aylardır akmayan sular birden akmaya başlamış, sonada hiç kesilmemiş.

O gün bu gündür her sene Kamberler köyünde maya yapılır, kara kuzular kesilir, bütün Batı Trakya halkı bu mayaya davet edilir, yemeler yenip içilir, dualar edilir.
O günden beri de Kamberler Köyü susuzluk görmemiştir.

sonadan:sonradan
boraya: buraya
bmar: pınar

Kaynak kişi: Zeynep Kâzim
Doğum yeri: Kamberler Köyü - Dedeağaç (Aleksandrapolis)
Yaşı: 80

Değirmenlik Köyünün Suyu Efsanesi

|

Derler ki, Değirmenlik köyünün suyu Anadol'dan (Anadolu) gelir. Yazın kar gibi soğuk, kışın ılık ılıktır. Bir zamanlar Anadolulu bir değirmenci, kimine göre gezmeğe, Yeniceköylü Veli Dayı'ya göre ise değirmen taşı satmağa gelmiş. Yolu De-ğirmenlik'e ve o zamanın en meşhur değirmencisine düşmüş. Bakmış bir tahta tekne, bir daha bakmış, dönüp dikkatlice bir daha...

Değirmenci meraklanmış ve:
- Hayrola demiş, neye tekneye bakıp duruyon?
-Benimdir bu tekne demiş öteki, ondan bakıyorum.
Beriki daha da meraklanmış, üstelik hayret etmiş:
- Yani senin mi demiş? Nereden nere senin oluyor? On beş senedir tekne orada duruyor?
- Ya senin mi? demiş öteki. Nerde kimde yaptırdın? Üstelik 15 senedir dedin, ben de onu kaybedeli 15 sene oluyor.

Yerli değirmenci artık kızmış:
- Be adam demiş, misafirsin diye yakınlık gösterdik, malımıza da sahip çıkacan?
- Yok demiş adam, hemen gızma. Bu tekne benimdir, inanmazsan ters çevir de bak. Tam ortada bir tapa var. Dikkat ettiysen teknenin altı oyuktur ve içinde da bu gadar altın vardır.

Öteki tekneyi çevirince tapayı hayretle görmüş. Söküp altınları çıkarmışlar gerçekten o kadar. Yabancı altınları almış, öteki de bakakalmış. Tekneyi de alıp gidecek diye içini bir korku sarmış. Ama yabancı birkaç altın verdikten sonra:

- Tekne da yadigâr kalsın. Bizim yamak su arkının yanına bırakmışdı, nasıl oldu da bunda bulundu? Demek su yol yapmış buraya geliyor. Bak sen işe, kimsenin kısmetini kimse yeyemez demiş ve çıkıp gitmiş.

Kıbrıs Efsanesidir efsane bazı bölgelerde Gümüş Tas Efsanesi olarak anlatılmaktadır.
Oğuz M. Yorgancıoğlu, Kıbrıs Folkloru, 1980, s. 86-87

Yedi Yılda Bir Açılan Mağara Efsanesi

|
Gizli hazineler bulmak, her devirde herkesin arzuladığı bir durum olmuştur. Çünkü kolayca zengin olacak, refaha kavuşacaktır. Bu sebeple köylerde devamlı kazı yapanlar, gizli hazine arayanlar vardır. Tabi bulanlar olduğu gibi bulamayanlar da çoktur.

Ama Lemba köyünde yarı hayal, yarı gerçek bir hikaye anlatılır.

Zengin ama içkici bir Türk komşu köye gidip içmiş. Gece geç vakit köye dönerken yolu üstündeki kıraçta parıltılar görmüş. Yaklaşınca bir de ne görsün. Bir sürü ev eşyası. Tümü altından, pırıl pırıl...

Gözüne bir ekmek peneveti kestirmiş, sırtına vurduğu gibi girmek istemiş..

Ama mağara anidene kapanmış. Adam oturup beklemiş ağlamış, ama nafile. Aradan tam yedi sene geçmiş ve yine ayni saatlerde mağara açılmış. Adam çıkmış, kurtulmuş. Çoluk çocuğuna kavuşmuş.

Efsane Kıbrıs Efsanesidir

Ordu Sehrinin Adının Tarihcesi

|
Karadenizin şirin güzel illerinden biridir Ordu şehri Eğer Ordu da konaklama imkanınız yoksa bu şehirden geçerken Gündüz seyir yaparsanız Karadeniz sahil yolu sizi Ordunun güzelliğiyle kucaklayacaktır. ve ilk fırsatta bu şehri görmek isteyeceksinizdir.

Ordu isminin tarihi yolculuğuna çıkmadan önce Ordu'nun bir zamanlar ki halini göstermek isterim. Ordu'yu merak ediyorsanız Resim ve Ordu'nun tarihini alıntıladığım Ordu Valiliğinin sitesini ziyaret etmenizi öneririm sitede 360 derece panorama görselliğiyle kısa bir gezinti yapabilirsiniz. Ordunun çiçek bahçelerini izleyebilirsiniz. Ordunun dereleri başta olmak üzere hekimoğlu gibi Ordu yöresine ait birbirinden güzel türküyü dinleyebilirsiniz eğer pc'nize kaydetmek isterseniz yapmanız gereken (İpucu realplayer'iniz varsa indir demeniz yeterlidir- Download this clip) Ordu Valiliğinin site tasarımını ise tebrik etmek isterim bu zamana kadar gördüğüm en özenli valilik sitesi

Eski ordu'dan görünüm
Ordu ismi, Türklerin bu bölgeye geldikleri tarihten itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bazılarının iddia ettikleri gibi, Fatih Trabzon’u feth etmek için geçtiği yöremizde ordusu ile konakladığı için bu ad verilmemiştir. Zira Fatih, Erzurum üzerinden Trabzon’a gelmiştir.

Yine, asayişi sağlamak için Samsun’dan gelen Osman Paşa’nın askeri birliğine dayandırılan rivayet de tümüyle yanlıştır.

Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig” adlı ünlü eserinde Ordu isminin manası, şehir, saray, başşehir, sahil şehri olarak geçer.

Bu duruma göre, Hacı Emir Beyi İbrahim’in oğlu Bayram Bey tarafından kurulan Eskipazar’ın o günkü adı şöyledir:

“Bölük-i Niyabet-i Ordu bi, ism-i Alevi” dir.

Hemen belirtmek gerekir ki, buradaki alevi, bu günkü manasında kullanılmıyor, bir cemaat, bir sülale anlamında kullanılıyordu.

Keza, Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı çok tanınmış olan “Divan-ı Lügat’it-Türk” adlı büyük eserde, Ordu, bir yere yerleşmek, Hakan’ın yurdu, ordulanmak gibi anlamlara gelmekteydi.

15. asır başında Eskipazar’da bu adla kurulan Ordu kazası, günümüzde de aynı adını korumaktadır.

Resmi kayıtlarda Eskipazar yerleşmesinin adı, Bayramlı, Bayramlu mea İskefsir ve Milas, Behram Şah, Behramlı, Eyalet-i Behram, Ordu Bayramlu Eyaleti şeklinde geçmektedir.

Ordu’nun hemen batısında, Hacı Emir Beyliği ile aynı çağda hüküm süren Taceddin oğulları Beyliği’nin de başkentinin adı da Ordu idi.

1883 yangını ile Ordu şehri neredeyse tamamen yanmış, bunun üzerine uzmanlar, Kirazlimanı’nın kent merkezi yapılmasını önermişlerdir. Nitekim Kirazlimanı günümüzde de önemini ve güzelliğini korumaktadır.

Eskipazar’ın önemini yitirmesinden sonra, bugünkü Bucak mahallesi giderek şenlenmeye ve kalabalıklaşmaya başlamıştır. (19. asrın başları.)
Zaten Bucak, aynı adla yüz yıllardan beri bir köy yerleşmesiydi.
Nefs-i Bucak adıyla neredeyse bir kaza merkezi haline gelen Bucak’ın mahalleleri şunlardır: Selimiye, Aziziye, Saray, Kirazlimanı, Taşbaşı ve Düz Mahalle.

Bucak adı 1869 yılında değiştirilmiş ve Ordu adı resmi kayıtlarda kullanılmaya başlamıştır. Bu tarihlerde artık Ordu küçük bir kaza merkezidir.

1869 yılında ilk Belediye Teşkilatı kurulmuştur. Trabzon Mutasarrıflığı’nın yazısına göre, Bucak (Ordu) Belediyesinin ilk başkanı Hasan Ağa’dır.

Cumhuriyet döneminde Ordu’nun il olması için, T.B.M.M. nde büyük mücadele verilmiştir. Mücadele veren bu üç önemli şahıs şunlardır: Mesudiye mebusu Serdaroğlu Mustafa Bey, Tunalı Hilmi ve Şebinkarahisar mebusu Memduh beydir.
Bir kısım mebus (ki bunlardan biri de ünlü din alimi Konya Mebusu Vehbi beydir) Ordu’yu Giresun’a bağlamak için epey gayret göstermişlerdir.
Çok uzun ve yorucu oturumlardan sonra T.B.M.M. kararı ile Ordu,4 Nisan 1920 tarihinde il statüsüne kavuşmuştur.




Tahir İle Zühre Destanı

| Çarşamba, Ekim 22
Hanın biri, kızı Zühre büyüyüp yetişince, vezirinin oğlu Tahir'e vermek için yemin etmiş. ki çocuk bir yerde yatıp, bir kaptan yiyip içerek büyürler.
(Bir han kızı Zuhra ösip yetse, vezimin ulı Tahirge bereyek bolıp ant etken. Eki sebiy bir ormda yatıp, bir ayaktan as isip ösediler.)

Balalar büyüyüp yetişince de birbirlerine aşık olurlar. Bir keresinde sevdiğinden dolayı dayanamayarak Tahir, Zühre 'nin üzerine elini koyar. O zaman Zühre şöyle bir şarkı söyler:
(Balalar ösip yetken de aşık boladılar. Bir kere süygennen dayanalmay Tahir zuhradıfi üstine kolm saladı. Sonda Zuhra yırlaydı:)

Zühre:
Yolda yoldaşımsın,
Sırda sırdaşımsın,
Elini benden çek, Tahir,
Sen benim kardaşımsın.

(Zuhra:
Yol mınan yoldasımsım,
Sır mınan sırdasımsın,
Kolm mennen al, Tahir,
Sen menim kardaşımsım.)


Tahir:
Yolda yoldaşınım,
Sırda sırdaşınım,
Ben vezirin oğluyum,
Ben nerden kardaşınım?

(Tahir:
Yol mınan yoldaşımman,
Sır mınan sırdasınman,
Men vezirdin ulıman,
Men kay dan kardaşmman?)

Tahir men Zuhra yani Tahir ile Zühre'nin devamını
buradan indireceğiniz pdf dosyasından okuyabilirsiniz (mause sağ tıklayıp farklı kaydet yapınız.)

Aysıl'ın Oğlu Ahmet Batır - Nogay Efsanesi

|
Eski zamanda Aysıl Batur diye birisi varmış. O, Canibek Han'ın saray baturlarından imiş.

Aysıl Batur, han ile iyi geçinememiş, bunun için han onu sevmemiş ve ona düşmanlık beslemiş. Sonunda Aysıl Batur hanımını ve Ahmet adlı çocuğunu bırakıp kazaklığa çıkıp gitmiş.

Aysıl Batur, çok yıllar ormanda yaşadığı için, her tarafını tüy basıp, tuhaf görünümlü biri olmuş.

Ama han onu unutmamış, o bana eninde sonundazarar verir deyip, Aysıl Batur'u yakalatmak için asker gönderir. Askerler, arayıp dururlarken ormanda Aysıl'ı bulurlar. Onlar önce bir hayvan yüzüp, kazan asıp Aysıl'ı çağırırlar. Aysıl hiç çekinmeden gelir. Önüne koyulan eti yedikten sonra kürek kemiğini alıp bakar ve:

"Kürek kemiği halkın başına kötülük geleceğini, ülkeye düşmanın saldıracağını gösterir. Ülkeye bunun gibi kötülükler geldiği bir zamanda, han ile düşmanlığı bırakıp, halka yardıma gitmemek olmaz" diye düşünür.
"Haydi yiğitler, ben yurda dönüyorum" diyereky erinden kalkar. O zaman Aysıl'ı nasıl yakalarız diye kaygılanıp duran askerler hayrete düşüp, sevinirler.


Aysıl öncelikle evine gelir. Aysıl eve geldiğindeAhmet Batur evde yoktur. Atasından küçük iken kalan Ahmet, büyüyüp yiğit olunca, şöhretli baturlardan sayılmıştır.

Bir zaman sonra Ahmet eve gelir, ahırda bağlı duran büyük at görünce, evinde bir baturun misafir olduğunu sezinler. Ahmet eve girip, atasını görse de tanımaz. O, Aysıl'a çok bakmaz, duvara dayanmış Aysıl'ın bir insanın kaldıramayacağı ok - yayına bakar.

Ahmet, Aysıl'dan izin alp ok-yay çekmeyi dener. Çoğu huturların çekemediği ok- yayını, Ahmet'in irkilmeden çektiğini görünce Aysıl, balasının batur olacağını sezinler. Bundan sonra Aysıl, Ahmet'e atası olduğunu söyler.

Bu arada Kalmık Han'ın bunlarla kavga etmek için geleceğini söyleyen bir haber gelir. Düşmanla kavgaya Aysıl Batur kendi gitmez, balas Ahmet'e gitmesi için izin verir. Sonra Ahmet 'i bir ihtiyara gönderir. O ihtiyar kişi Ahmet'e kendisinin sakladığı ok- yayını ve iyi cins hızlı koşan atını verir. Düşmana gidecek olan baturlari çin han sarayında toy yapılıp, baturlar at koşturup, eğlenip durmaktalarmış.

Bunların içine Ahmet Batur da atına binip varır. Oynayan atlar içinde Ahmet Batur'un atı hepsinden de öne geçer. Han, Ahmet'i tanımaz. Bu kimin çocuğu (genci) diye sorar. Aysıl Batur'un çocuğu olduğunu işittiğinde, mutlu olan hanın yüzü bozulur.

Dikkat(Çok uzun olan hikaye, efsane ve destanlarımızı bundan sonra word veya Pdf belgesi olarak sizlere sunacağım Aysıl'ın Oğlu Ahmet Batır devamını buradan (açılan dosyayı PC'nize kaydediniz) okuyabilirsiniz. ) (dosyayı indiremiyorsanız bildiriniz)

AYSILDIN ULI AMET BETiR Bir Nogay Efsanesidir. devamını okumamazlık yapmayınız.
Kültür Bakanlığına Bizleri bu efsanelerle tanıştırdığı için Teşekkürler

Aylaker Bala - Uyanık Çocuk Kırgız Halk Masalları

| Salı, Ekim 21
Eski bir zamanda Bağdat şehrinde kimsesiz bir öksüz yetim yaşarmış. O halk arasında gezip dilenerek ölmemek için su içip, hayatını sürdürebilmek için ateş yakıp zar zor geçinirmiş. Günün birinde yetim çocuk her zamanki gibi halk arasında gezinirken, bir adama rastlar: "Evladım, nereden geliyorsun, adın ne?" der. (Balam, kaydan cürösüñ, atıñ kim?" deyt.) O zaman çocuk: (Anda bala:) "Adım Aylaker , nereden geldiğimi, memleketimi bilmiyorum. (Atım Aylaker, kaydan kelgenimdi, eli curtumdu bilbeymin,) Anne -babam ben daha üç yaşındayken vefat etti diyorlar"(ata-enem üç caşımda köz cumgan deşet" deyt.) diye cevap verir.

- Ee, evladım, nasıl bir marifetin var? Adını Aylaker koyan kim?
- Ee, balam, emne ayla-amalıñ bar? Atıñdı Aylaker koygon kim?

- Bende hiçbir marifet, hilekarlık yok. Anne babamın koyduğu isim buymuş.
(- Mende eç dele ayla-amal cok, ata-enemdin koygon atı uşul eken.)

- O zaman, evladım nasılsa anne-baban, hiç kimsen yokmuş, benim çocuğum ol, der.
Çocuk: "iyi olur, baba, körün dileği iki göz der, benim dilediğim de o değil mi?" deyip, o da adamın çocuğu olur.

O, bir gün dışarıda oynarken babası çağırıp: "Hey, Aylaker, sen burada bu ağacın başında neyin olduğunu biliyormusun? Der. Çocuk: "Biliyorum, baba, orada aksarı denilen kuşun yuvası var" dedi. "O zaman, kuş şimdi yuvasında yatıyor, sen kuşa beli etmeden yumurtasını çal ve getir" der. Aylaker ağaca tırmanıp, kuşa belli etmeden bir yumurtasını çalıp getirir.

Yaşlı adam: "şimdi tekrar götürüp, yumurtayı yuvasına koy" - der. Aylaker ağaca tırmanıp, kuşa belli etmeden yumurtayı yuvasına koyup tekrar geldi ve babası: "Elin pek becerikli kendin atikmişsin, işe yarar gibi görünüyorsun" der. Akşam üstü babası: "işte buradaki yaşlı adam ile yaşlı kadının evni biliyormusun?" der. O zaman Aylaker: "Nasıl bilmeyim, biliyorum"der. "O yaşlıların bir karın tereyağı var. Onu hem kendileri yemiyor hem başkalarına vermiyor. Gece hırsızlarda korktuğu için ikisi ortasına koyup yatar, gidip onu çalıp gel" der.

Aylaker tamam der ve yaşlı adamın evine gider. Gittiğinde gerçekten de yaşlı adam ile yaşlı kadın yatağını geniş serip, yağı ortalarına alıp uyuyorlarmış. Aylaker yavaşça gidip, yatağın yanına gider ve yaşlı adamın sesine benzeterek mırıldanıp, "Karıcığım biraz kayarmısın" diye yaşlı kadını dürter. Yaşlı kadın kayar. Ondan sonra "kocacığım biraz kayar mısın" diye yaşlı kadının sesine benzetip, sesini değiştirp yaşlı adamı dürter. Yaşlı adam kayar. Bunu bekleyen Aylaker durur mu, tereyağı çalarak çıkıp gider. O esnada yaşlı adam uyanıp, iki yanını yoklasa, karındaki tereyağ yok. Yaşlı adam kendisi de gençken çok hilekarmış, bu işi Aylaker'in yaptığını anlayıp, yatağından hemen kalkarak, Aylaker'in babasının evine gelir. Gittiğinde, çocuk daha evine yetmemişti. Yaşlı adam eve girip, bir kovayı çalıp çıkıp kapının önünde karşılar. O sırada Aylaker tereyağı eve getirir, yaşlı adam: "Hadi, evladım, yağı bana ver ve bu kovaya su getiriver" diye acele elindeki kovayı tutturuverir. Çocuk: "Kendi babam" diye tereyağı verir kovayı alır suya gider. Koşarak su getirip:"işte su baba" der. O zaman babası: "Ee evladım, sana su getir demedim, tereyağ getir demedim mi" der.

Aylaker kandırıldığını anlayıp tekrar koşarak, yaşlı adamın evine gelir. Vardığında yaşlı adam daha evine gelmemiş. Eve girip karısının baş örtüsünü alıp: başını örtüp, yaşlı adamı karşılar ve: "iyiliği görmeyesin, nereye gittin, keçilerini kurt kaptı götürdü der. "Nereye gitti, al tereyağı, deyip, yaşlı adam keçilerini aramaya gider. Aylaker ise tereyağı alıp evine gelir. Yaşlı adam dışarıdan keçilerini bulamadan geldiğinde keçileri hayvan ahırında yattığını görünce karısını öfkelenerek: Keçileri kurt kaptı gitti dememiş miydin?" der. O zaman karısı: "Sen keçiye mi gittin, tereyağı almaya gitmemiş miydin?"der. Yaşlı adam Aylaker'e kandırıldığını anlar, pişman olarak kendi bacağına tokat atar.

Dikkat
(Bir önceki Ejderha Kadın ve Uyanık Çocuk masallarının kırgızca da okumak istiyorsanız buradan (açılan dosyayı PC'nize kaydediniz) indirebilirsiniz. Hem kırgız Türkçesi Hem de Anadolu Türkçesi olarak her iki masalda yer almaktadır. Sihirli Masallar. (Sıykırduu Cöö Comoktor) (dosyayı indiremiyorsanız bildiriniz)