Geçmişden Günümüze Gelen Efsaneler, Destanlar, Söylenceler, Mitoloji, Hikayeler, Masallar , Türk folklorik motifler, şehirlerin efsaneleri,öyküleri

Kral kızının Duası ve taş olan ejderha efsanesi

| Cumartesi, Mart 22
Çok eski çağlarda, Toros Dağları'nın tepesinde bir hükümdarın kızı yaşarmış. Dağlar çok sık bir ormanla kaplı olduğu, üstelik de ormanda büyük bir ejderhanın yaşadığına inanıldığı için, buralarda dolaşmak tekin sayılmazmış. Kral da kızına, çevreyi tek başına dolaşmamasını sık sık tembihlermiş. Ama bir gün, kız ormanda dolaşmaya çıkmış. Bir süre gezdikten sonra dik ve sarp bir kayalığa oturarak, Gülek Boğazı'nı seyre dalmış. Orada otururken büyük bir gürültü kopmuş. Kız aşağıya baktığında ejderhanın kayalara tırmandığını görmüş. Ne yapacağını şaşırmış. Kurtulamayacağını anlayınca, 'Allah'ım beni ejderhaya yem yapacağına, burada taş yap' diye yakarmış. Kızın duasını kabul eden Allah, hem onu, hem de ejderhayı taşa çevirmiş.

Taşa Dönüşen Ejderha

|
Sivas'a bağlı Çaygören ve Küpecik köylerine giden yolun kıyısındaki tepeciklerden birinin yamacında, aşağıya inen bir ejderhaya benzeyen bir taş vardır. Yörede bu taşa dair bir efsane anlatılır:

Çok eskiden bu köyde yaşayan bir karı-koca, sabana koştukları bir çift öküzle tarlalarını sürerken tepeden bir ejderhanın üzerlerine geldiğini görür ve çok korkarlar. O esnada adam, '

-"Ey Allahım, bu musibeti başımızdan al. Ben de sana bir öküz kurban edeyim' der.

Allah da ejderhayı taşa dönüştürür. Karı-koca evlerine döner ve öküzün birini kurban etmeden ertesi gün öküzleri ile tarlaya gelip çalışmaya koyulurlar. Derken birden bir gürültü kopar, bir de bakarlar ki dün taş kesen ejderha canlanmış, üzerlerine geliyor. Kadın kocasına sinirlenerek '

-"Dün sen öküzün birini kurban edeceğim dedin, ama etmedin. Şimdi öküzün birini buracıkta kendi ellerimle kurban edip köye dağıtacağım' der, ve öyle de yapar. Ejderha ikinci kez taşa dönüşür.

Rivayete göre taş kesen ejderhanın burun deliklerinin birinden su, diğerinden de
çok eskiden irin gibi bir sıvı sızarmış. Bu irinin, çiftin adadıkları kurbanı hemen kesmedikleri için sızdığı söylenir. İrinin sızdığını gören kimse artık hayatta değilse de, suyun aktığını gören çoktur. Son dönemlerde ejderhanın baş kısmı tahrip olarak bozulmuş; burnundan sızan su da kurumuştur. Ancak aynı kaynaktan beslendiği tahmin edilen ince bir su yamacın dibinde hala akmaktadır.

Denizli-Karayahıt'ta atı ile birlikte taş kesilen kızın efsanesi

|
Taş kesilme ile ilgili olarak bu blogda bir çok efsane yayınladık. Aşağıda ki efsane de aşk üzerine ve dua sonunda taş kesilme ile ilgili Anadolu efsanelerinde bir çok öğe benzerlik göstermekte sadece efsanenin doğduğu yerleşim yerlerinin adları değişmekte ayrıca dikkatimi çeken bir durumda Dağlar, kayalar, göller, ırmaklar ile ilişkilendirilmiş bir çok efsane bulunmakta. Türkülerimiz, efsanelerimiz,sevgilerimiz hep doğayla özdeşleşmiş buna karşılık doğayı nasıl yok kirletmek ve yok etmek için çabalıyoruz anlamıyorum.

Denizli-Karayahıt'ta atı ile birlikte taş kesilen kızın efsanesi

Çok eski zamanlarda, güzeller güzeli bir genç kız, gönlünü köyün çobanına kaptırmış. Ama talihsizlik bu ya, köyün beyinin oğlunun da kızda gözü varmış. Evlilik hazırlığına başlayan kız, bir gün atına binmiş çobana yemek götürürken, yolda beyin oğlunun atıyla ona yaklaştığını görmüş. Kız başına gelecekleri anlamış, çobandan başka birine yar olmamak için de Allahya yakarmış: 'Allah'ım taş keseyim, yeter ki beni bu bey oğluna yar etme'. Kızın duası kabul olmuş ve oracıkta atı ile birlikte taşa dönüşmüş.

Denizli'nin Karayahıt ve cevresinde, evliliğe hazırlanan kızlar ve yeni gelinler, Karahayıt'taki bu kayaya gelerek, mutlu bir evlilik sürmek için dua ediyorlarmış.

Aktaran: Sebahattin ALP

Duyuru

| Perşembe, Mart 20
60 gün olmuş bloga başlayalı

Bu yazımla birlikte 118. olmak üzere insana dair blogunda ben 3k sizlerle 117 yazı paylaşmışım. Bunlar Anadolunun bilinen veya az bilinen efsaneleri, söylenceleri, destanları, kahramanları ...

Blogumu hergün düzenli olarak ziyaret eden sizlere bıraktığınız yorumlar için çok teşekkür ederim. Google'dan gelenler yorum yazma konusunda biraz üşengeçler sanırım oysa yorum yazabilmek için bir blogger üyesi olmalarına gerek yok neyse zorla kimseye yorum yazdıracak değiliz.

Bugün sabah 6 da kalktım akşam döndüğümde saat 21:16 idi yorgunluktan bitkin haldeyim. (bir çoklarınız için bu sıradan olabilir ama benim gibi yaşlılar için zor bir durum :) ) Yarın Mersin de olmam gerekiyor. önümüzdeki 3 ay boyunca yoğunluk içerisinde olacağım.

Bir blog yetmezmiş gibi sayısını benim de bilmediğim onlarca blog açmışım içerik yönünden 3-4 tanesine önem verdim en fazla önem verdiğim de bu blogum efsaneleri anlatan efsane olmuş ve olacak blogum
Neden efsane oldu ya da olacak bunu şimdi söylemeyeyim zamana bırakayım. :)

sanki bir veda yazısı yazar gibiyim hayır bir veda yazısı yazmıyorum sadece yogunluğumdan dolayı bir süre sessiz kalacağım. belki sadece blogumda bir efsane bir destan, veya kahramananlıklarıyla Karekterleriyle insanlığa örnek olmuş ceddimizden bir yazı yayınlayabilecek kadar blogumun başında kalabileceğim belki blogdaşlarımın bloglarına bakabilecek zaman dahi bulamayacağım veya bakabilsem de onlarla düşüncelerimi paylaşacak zamanım olmayacak

Fırsatını bulduğum ve nefes alabildiğim her zaman burada ve blogdaşlarımla olacağım. velakin ne zaman fırsatım olacak bilmiyorum. (en yakın haftasonu gibi gözüküyor şu an)

Şimdi bloguma google yoluyla gelen Türk milletinin kültürünün izlerini araştıran ve bu konulara önem veren siz ziyaretcilerime seslenmek istiyorum. Blogumda olmayan ve sizin bildiğiniz efsane,destan,söylence,tarihe iz vurmuş olaylar, kahramanlıklar var ise bunları lütfen benimle paylaşınız. Bunun için yapmanız gereken herhangi bir gönderinin altında yorum bırak linkine tıklayarak paylaşmak istediğiniz yazıyı kopyalabilirsiniz veya kaynağın adresini bırakabilirsiniz. Bu şekilde Bu toprakların unutulmaya yüz tutmuş söylencelerini,destanlarını,kahramanlıklarını geleceğe taşıyabiliriz. Efsane,söylence dışında da bildiklerinizi paylaşabilirsiniz mesela yaşadığınız köyün adının nereden geldiği gibi veya dağınızın, ırmağınızın, gölünüzün

Hep birlikte bu ortak çalışmada var olmak istiyorsanız yapmanız gereken yorum kısmına bir yorum bırakmak eğer isterseniz adınız da yayınlanır.

Son olarak internette aradınız ama bulamadığınız efsane,destan, vb de bir de benim araştırmam için not olarak bırakabilirsiniz.

Katılım yapacaklara şimdiden Teşekkürler. Katılmıyorsanız da canınız sağolsun.

Beni hiç bir zaman yalnız bırakmayan dost blogdaşlarıma da teşekkür ederim
kelimelerin soyağacı , Çitgöl Kasabası , ilham perisi , arzu hal ,çileklisüt , Halime Çiçek

Merak etmeyin bir yere gittiğim yok Bir süre arasıra buralarda olabileceğim sadece elimden geldiğince de katkı yapmaya çalışacağım

Allah'a emanet olunuz
selam ve dua ile

Osmanlıda Ticaret ahlakına örnek

| Çarşamba, Mart 19
Osmanlı'nın Hakim olduğu 600 yıl içinde Osmanlı halkı adalet ve sevgiyle yaşadı. Fatih dönemindeki Esnafların Ahlakı Osmanlının içine batı fitnesi karışıncaya kadar vardı. Günümüzde daha fazla kar yapma düşüncesi Ticaret hayatında hakim ve bu hırs insanların haksız kazanç ile birlikte toplumdaki insanlar arasında huzursuzluğunda kaynağı oysa aşağıda yer alan anekdotdaki durum Osmanlının Yüzyıllarca önce nasıl bir seviyede olduğunun göstergesidir.

Sultan II. Mehmet Fetihden önce tebdili kıyafet yapıp bir sabah çarşıya çıkar. Birkaç şey almak için bir işyerine girer, birşeyler almak ister ama satıcı kendisine alacaklarından birisini verip,diğerlerini vermez. Sebebini sorduğunda,aldığı cevap gayet manidardır:

“Efendim,ben siftah yaptım. Komşum daha yapmadı. Aynı kalitede onda da vardır.”

Bir yandan şaşkınlık,diğer yandan memnuniyet kaplamıştır Sultanı. Diğer esnafta da aynı durumla karşılaşan Fatih,böyle birbirine karşı emniyet ve hakperestlik içerisinde bulunan halka sahib olduktan sonra,İstanbulun kendisine nasib olacağını,Allah’ın yardımıyla dünyanın fethinin dahi kendisine müyesser olacağına kanaat getirir. Bu inançla.”Ya ben Bizansı alırım,yahut Bizans beni alır.”demiştir.

Osman Bey'in 40 Sandıklık Düğün Hediyesi

|
Bilecik Tekfuru,Yarhisar Tekfuru'nun 13 yaşındaki kızı güzel Helofira ile evleniyordu. Osman Gazi'de bu düğüne davet edilmişti.

Osman Gazi, gözüpek adamlarıyla Bizans'a ve Tekfurlarına kan kusturan bir Seşcuklu Beyiydi. Tekfurlar Ondan çok çekinirlerdi. Bilecik Tekfuru da pek korktuğu Osman Bey'i, kendi düğününe davet etmek zorunda kalmıştı. Fakat bu daveti kendisi yapamamıştı. Eskiden Tekfur olan, ama Osmanlıların âdâletini gördükten sonra Müslümanlığı seçen Köse Mihal'e rica etmişti. Mihal Bey, Müslüman olduktan sonra sayısız kahramanlıklar göstermiş ve kendisine (Gazi Mihal) adı verilmişti.
Düğün davetini duyan Osman Bey gülümsedi. Gene de hayret etmişti.:

- Ne dersin Mihal!.. Bu keferenin, bizi dâvetten maksadı ne ola?...
- Belli Beyim.. Maksadı fesatlıktır.
- Bilecik'te adamların çaşıtların var mıdır?
- Hemi de sarayın tam göbeğinde.
- Onlar ne fısıldar?

Mihal Bey, sesini yavaşlatarak:
- Niyetleri, düğünde seni zehirlemekmiş Beyim.
- Biz de bunu beklerdik.. Lâkin her işte bir hayır vardır. Sen hele yoldaşlarımızı, candaşlarımızı bir çağır bakalım. Onlar ne tedbir düşünürler! Meşveret gerektir.


Biraz sonra (Otağ), âşiret Beyleriyle dolmuştu. Herkesin geldiğini gördükten sonra, Osman Bey ayağa kalktı. Ayakta iken elleri, dizlerinden aşağı sarkardı. Çok heybetli ve tatlı dilli idi. Arkadaşlarının ayrı ayrı gözlerine baktı. Sonra kısaca vaziyeti anlattı. Beyler nefeslerini tutmuş O'nu dinliyorlardı. Bitince sordu:

- Akça Koca... Sen ki, babam cennetlik Ertuğrul Gazi ile bunca yaş yaşamış, bunca cenge girmişsin. Bu kâfir Tekfur'a ne tedbir buyurursun?
Ak saçlı Akça Koca'nın cevabı kesindi:
- Buyruk senindir Beyim.
- Tedbirini bağışla, Akça Kocam...
- Hele öteki beyleri bir dinlesek Kara Osman'ım.

Dediği gibi oldu. Meşverete katılan Abdurrahman Gazi, Satuk Alp, Kara Mürsel, Uytuğ Alp, Samsa Çavuş, Turgut Alp, Gazi Mihal ve Konur Alp Beyler dinlendi. Konuşarak danışarak güzel bir karara vardılar. Sonunda Osman Gazi, Mihal Bey' buyruğunu bildirdi:

- Hemen Tekfur keferesine vurup, davetten ziyade memnun olduğumuzu bildiresin. Hak nasib eyler ise, düğüne gelmek istediğimizi ilâve edersin. Götüreceğim 2 tiftik sürüsünü de, hediye olarak kabul etmesini söyleyesin.
- Can baş üstüne Beyim...
- Velakin artık yaz geldiğini, Bileciğe kadar vardıktan sonra; Domaniç yaylasına geçmek istediğimizi bildirip, ruhsat isteyesin.
- İsterim Beyim.
- Sor bakalım harem halkımız, kadınlarımız, kızlarımız, düğüne ağırlık olmaz mı?
- Ne ağırlığı beyim?.. Kâfir sizi zehirledikten sonra, kadınlarınızı, kızlarınızı da câriye yapmayı düşler mutlaka.
- Sen sor hele!. Tedbirde kusur gerekmez.
- Sorarım Beyim sorarım. Fakat önce, 40 sandık düğün hediyesinden bahsetsem?
- Doğru dersin Mihal Bey. Asıl düğün hediyemizin, tam, 40 sandık doldurduğunu önceden söylemelisin. Sakın unutma. Kendi gözlerinle sandıkları saydığını ilave et.
- Unutur muyum Beyim; unutur muyum?

Bilecik Tekfuru, tiftik sürülerini görünce, deliye dönmüştü. Fakat onu asıl sevindiren şey, Kara Osman'ın tuzağa düşmesiydi. Hele arkadan gelecek 40 sandık düğün hediyesini de duyunca, keçi sakalı titredi. Böylesini Bizans Kayseri bile gönderemezdi.
- Doğru mu dersin bre Mihal?.. Hakikaten 40 sandık hediye getirir mi bu Türkmenoğlu?
- Gözlerimle gördüm. Sandıklar tam 40 taneydi.
- Vay canına! Fakat gene de anlıyamıyorum. Bu kadar ağırlığı niçin göze almışılar?
- Niçin almasın Haşmetlim (!).. Burdan yaylaya, Domaniç dağlarına geçecekler ya... Haremindeki 40 hatunu da beraber getirdiği için, 40 sadık hediyeyi gözden çıkarmış Osman Bey.. Düğünde sana yük olmak istemez. Sonra, şanına layık bir armağan vermesi de gerekmez mi?

Bunları işiten tekfurun gözleri parlamıştı. Tam Mihal Bey'in tahmin ettiği gibiydi. Kadınları nasıl (köle) yapacağını düşünüyor olmalıydı.
- Gelsinler... Gelsinler... dedi. Biz de onlara öyle bir ağırlama merasimi yaparız ki, cümle aleme şân olur. Muhteşem Bizans İmparatoru Palaologos hazretleri bile hayrette kalır.

Söğüt kasabasında gizli ve heyecanlı bir hazırlık vardı. Düğüne gidilecekti. Kararlaştırıldığı gibi, büyük boyda 40 tane sandık hazırlandı. Pırıl pırıl cilalı bu hediye sandıklarına, çok itina ediliyordu. Hepsine altın süslemeler ve gümüş çiviler çakıldı. Her birinin yan tarafına, küçük delikler açıldı. O deliklerden kırmızı, beyaz ve pembe tüller sarkıtıldı. Düğün evine gitmeye lâyık şekilde süslendi. Nihayet içlerine hediyeleri de konuldu..
Türkmen nineleri ise, haremdeki 40 yörük hanımını süslediler, donattılar. Düğüne hazır hale geldiler.
Öğleye doğru, kafile yolu çıktı. 40 sandık hediye ve 40 Türkmen hatunu, Bilecik'te sabırsızlıkla bekleniyordu.
Osman Gazi, beyaz atıyla Tekfur sarayına girince, herkes hayret etmişti. Çünkü yanında sadece 3 arkadaşı bulunuyordu. Bunlar Abdurrahman Gazi, Konur Alp ve Akça Koca beylerdi.
Tekfur, onları yapmacık bir nezaketle karşıladı. Düğün ziyafetine buyur etti. Ortalığı zaten şölen etleri kokusu kaplamıştı.
Misafirleri, kayınpederiyle tanıştırdı. İhtiyar Yarhisar Tekfuru da şaşalamıştı. Öyle ya.. Bizans'a kan susturan meşhur Osman Gazi; bu kadar tedbirsiz, bu kadar hatalı olabilir miydi? Kendi ayaklarıyla, ölümüne koşar mıydı?
Herkes böyle birbirini süzerken, Büyükkapı tarafından gürültüler duyuldu. Sevinç çığlıkları arasında yeni davetliler göründüler. Mihal Bey, 40 sandık düğün hediyesini ve hatunları getirmişti. Harem halkıyla birlikte, orta avluya geçtiler. Prensesler ve Saray kadınları, yeni misafirleri ağırlamak için koşuştular. Gelenler daha çok 13 yaşındaki güzel gelini merak ediyorlardı. Gelin hanım, nedense şaşkın ve üzgün görünüyordu. Kadınları için, orta avluya masalar hazırlanmıştı. Osman Bey, hatunlarla aynı masaya oturmadığı için, onlar ayrı yerde ağırlanıyorlardı.
Tam bu sırada Osman Gazi'nin gür ve erkek sesi ortalığı kapladı:

- Ya Allah.. Bismillah.. Allahüekber, Besmele çekilmişti. Buyruk verilmişti
Orta avludaki 40 Türkmen kızı, bu sesi duyar duymaz; şalvarları arasından eğri kılıçlarını çektiler. Başlarındaki takma saçları, tülleri, peçeleri de atınca, ortaya 40 Osmanlı Bahadır'ı çıkıverdi.
Prenseslerin, düşeslerin, halayıkların çığlıkları arasında dış avluya hamle ettiler. Bu sırada Mihal bey de, hediye sandıklarını açıyordu. Her sandığın içinden, eğri palalı, pala bıyıklı Osmanlı Levedleri fırlayıverdiler.Ortalık ana baba gününe dönmüştü. Şövalyeler, subaylar ve askerler çoktan pes etmişlerdi. Zaten dövüşemeyecek kadar sarhoştular. Bilecik Tekfurunu sakalından yakalıyan Konur Alp, kılıcı havada seslendi:

- İzin ver beyim, şu keferenin kellesini uçurayım.
Osman Gazi başını salladı:
- Olmaz Konur Alp, olmaz.. Biz buraya düğüne geldik, henüz düğün bitmedi ki...

Ele geçen ganimet, savaşçılar arasında hemen oracıkta taksim ediliyordu. Bunların en güzeli de, Osman Gazi'nin oğlu Orhan Gazi' ye düştü. Teliyle, puluyla güzel gelin Helofira, Nilüfer adını aldı. 18 yaşındaki Orhan Bey'le evlendiler. Çok çok mesut bir hayat yaşadılar.
Osman Gazi pek dindar bir Müslümandı. Alimlere saygılı, fakirlere merhametliydi. Adaletten hiç ayrılmazdı. Dürüst ve doğru sözlüydü. Buna rağmen savaşlarda, düşmanların hilesini en güzel şekilde alt ederdi. Çünkü bilirdi ki sevgili Peygamberimiz , "sallallahü aleyhivesellem", harplerde hile yapan düşmanlara karşı, hile yapmaya izin vermişti.

Adem Ejderhası-Ulubatlı Hasan

| Salı, Mart 18
...İstanbul’u muhasara eden Osmanlı askerinin kumandanı, Sultan II. Mehmed Han ise bütün hazırlıklarını tamamlamıştı. Ordusunu son bir defa daha gözden geçirdi. Askere şevk ve heyecan veren âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler okudu. Surlara ilk çıkacak kahramanlara müjdeler verdi. Daha sonra Paşalarını ve Beylerini çağırarak onlara şöyle seslendi:

Müsterih olunuz!” -Ey benim Paşalarım, Beylerim, cihad arkadaşlarım! Sizi, cesaretinizi bir kat daha arttırmak için buraya toplamadım. Zafer için üç şart-ı esâsî mevcuttur: Hulûs-i niyyet, fena hareketlerden hayâ, Emirlere itaat. Mâlik olduğunuz liyakati gösteriniz. Zillet geride, şehadet ileridedir. Sizin başınızda döğüşeceğime yemin ederim. Şimdi mevkilerinize dönünüz. Çadırlarınıza giriniz. Fecirle kalkar kalkmaz namazlarınızı eda edip, askerinizi bir intizam-ı tam dahilinde tertib ediniz. Sakin ve müsterih olunuz. Fakat cenk borusunun sesini duyunca, sancakların rüzgarla temevvüc ettiğini görünce derhal ileri atılınız.

Padişah sözlerini bitirdiği zaman Paşalar ve Beyler ağlıyordu.
O gece kimse uyumuyordu. Genç Padişah, günlerdir içine girmediği yatağının üzerine oturmuş, Allahü teâlâya yalvarıyordu:

“-Yâ İlâhî! Bir bölük ümmeti yendirme, düşmanımızı sevindirme, bizi muzaffer kıl!”
Çadırın dışında hıçkırıklarla karışık bir ses yükseldi:
“-Âmîn... Âmîn...”

II.Mehmed muhafızlardan amin diyen kişinin bulunmasını ister. Uluabatlı Hasan'ı hemen sultanın huzuruna çıkarırlar. Neden Otağ-ı Hümayün'a bu kadar yakınında olduğu sorulunca oda ilk saldıranlar arasında olmak istediğini ama kumandanının izin vermediğini söyler.

28 Mayısı 29 Mayısa bağlayan gecenin sabahına doğru, mehter “gülbanklar” vurmaya koyulmuş ve Bizans surlarının karşısındaki ordugâhta hummalı bir faaliyet başlamıştı. Ulu Hâkan, hücum emrini vermişti. O akşam ki tarihî nutku bütün askerin kulaklarında çınlıyordu:

Ey benim paşalarım, ağalarım, beylerim! Bu şehr-i Konstantiniye cenginde silâh arkadaşlarım, yiğitlerim! Sizleri buraya, kararlaştırdığım umumî taarruzda şimdiye kadar gösterdiğinizden daha büyük fedakârlık ve cesaret istemek için topladım. Cihanda ün salmış bir şehri zaptedeceksiniz. Şehr-i Konstantiniye'de mahalle mahalle, bu şehri zapteden kahramanlar olarak adınız şan ve şerefle anılacaktır...

Asker, Peygamberimizin, şüheda için en büyük cennet makamını müjdelediği zafere ve bu zaferin uğrunda şehitlik şerbeti içmeye susamıştı.

Beyaz atının üzerindeki genç kumandan, kılıcını çekmiş, davudî sesiyle âdeta gürlüyordu:

Evlâtlarım, yiğitlerim, şahbazlarım, yürüyün... Zafer sizindir ...

...Tanyeri ağarırken sıra üçüncü safa gelmişti. Üçüncü hücum kolunu, ordunun en seçkin askerleri teşkil etmekteydi.

Bursa'nın Ulubat köyünden Hasan da vardı bu safın arasında. Ordunun bayraktarıydı. Bir elinde kılıcı, bir elinde sancağı şahlanmıştı... Ve kulaklarında Sultan Mehmet Han'ın bir akşam evvel irad ettiği büyük nutkun sözleri tane tane uğulduyordu:

Surlar vakıa bir harabe haline gelmiştir amma, surlar üzerine atılacak yiğitler büyük bir tehlike ile karşılaşacaklardır. Maharetimiz ve cesaretimiz her şeyin üstündedir. Zafer rüzgârı bizden yana esecektir. Konstantiniye bizim olacaktır.

Uluabatlı Hasan, İstanbul fethedilirken surlara ilk önce çıkan ve Türk bayrağını surların üzerine ilk diken askerdir. 30 kadar arkadaşıyla beraber Topkapı surlarına tırmanmıştır.

Onsekiz arkadaşı çıkmaya çalışırken öldürülmüş, en yüksek yere çıktığı zaman sadece o kalmıştır.

Bayrağı dikmeyi başarmış ancak ne var ki, ilk önce bacağının dizden aşağısını vücudundan ayıran kılıç darbeleri, Bizans askerlerinin taş ve ok yağmuru onu öldürmüştür.

Peçevî' tarihinde “Adem ejderhası” olarak vasıflandırılan dev cüsseli yiğit Ulubatlı Hasan'ın diktiği sancak, ile Bizans tüm ümidini yitirmiş ve sonra şehir düşmüştür.




Malazgirt Savaşı Türk'ün inanç ve İnsanlığına örnektir.

|
Malazgirt zaferi 26 Ağustos 1071 yılında kazanılmış bir zaferdir bu zaferle bir birlikte Anadolu'nun kapıları açıldı ve Anadolu yavaş yavaş Türk yurdu olmaya başladı.

Bu yazıda Sultan Alparslan savaş öncesinde ordusuna hitabı ve savaş sonrasında düşmanına davranışını ele alacağız.

Cuma namazından sonra Sultan Alparslan, ordusuna şöyle hitap etti:
-Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim.
Büyük bir inançla söylenen bu heyecanlı sözlere askerler hep bir ağızdan:
-Ey Yüce Sultan! Her zaman senin emrinde ve seninle olacağız, nereye gidersen oraya gideceğiz, diye haykırdılar.
Sultanın üzerinde beyaz bir elbise vardı. Düşmana hücum etmeden önce son söz olarak askerlerine şunları söyledi:
-İşte şehitlik kefenim, savaş meydanında ölürsem beni bu elbise ile gömersiniz.
Bundan sonra Türk ordusu hücuma geçti. Cuma günü öğleden sonra başlayan savaş akşam üzeri sona erdi. Tarihin en büyük meydan savaşlarından biri olan Malazgirt Savaşı Türk ordusunun kesin galibiyeti ile sonuçlandı. Büyük komutan Alparslan'ın üstün savaş taktiği ve Türk askerinin cesaret ve kahramanlığı sayesinde elli dört bin kişilik Türk ordusu, kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu birkaç saat içinde kesin bir yenilgiye uğratmış ve büyük bir zafer kazanmıştı.
Bu savaşta Bizans imparatoru Romen Diojen de esir alınmıştı. İmparator, savaşın galibi Büyük Türk Hakanı Alparslan'ın huzuruna çıkarıldı. Alparslan imparatora çok iyi davrandı.

Sultan Alparslan, imparator Diojene:
-Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın?, diye sordu.
Diojen:
-Bir fırın hazırlatıp sana çok kötü davranacaktım, diye cevap verdi.
Esir imparator, bu sözleri ile eline fırsat geçseydi ne kadar acımasız hareket edeceğini söylemekten çekinmemişti. Buna karşı bu büyük zaferin muzaffer komutanı Sultan Alparslan, Diojen'i affetti ve yanına muhafızlar vererek onu memleketine gönderdi. (Bizans ise yenik komutanın gözlerine mim çekerek cezalandırmıştır.) Alparslan bu davranışı ile insanlığa çok önemli bir ahlak dersi vermiş, Türk milletinin sahip olduğu üstün özellikleri göstermiştir.

Not:
wikipedia'da "Alp Arslan, birkaç gün sonra Romen Diyojen'i kasıtlı olarak serbest bıraktı" şeklindeki bilgi yanlıştır.

yaralı olarak ele geçirilmiş, Romen Dioje'nin tedavi edilmiştir. Türk tarihinde Düşmana iyi davranıldığı ve serbest bırakılması sıkca rastlanan bir durumdur.
özgür ansiklopedi olan wikipedia'da yorumlardan kaçınılması gerektiğini düşünenlerdenim aksi taktirde Wikipedia'nın güvenirliği sağlanamayacaktır. Türkiyede wikipedia'nın Üniversitelerce kaynak kabul edilmemesinin nedenlerinden biride budur

Prester John Efsanesi Son Haçlı seferi

| Pazartesi, Mart 17
Her şey Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopol’ün patriği Nestorius’un söyledikleriyle başladı. İS 5. yüzyılda gelişen olaylarda Nestorius, Hz.İsa’nın kutsal ruh fikriyle dolu sıradan bir insan olduğunu ve bu nedenle Meryem’in de tanrıyla bir ilişkisi olmadığını söylüyordu. Patrik, Doğu Roma İmparatorluğu’nun dini lideri olduğundan fikirlerini çabucak yayması kolaydı.Bu fikir kilisenin öteki patrikleri ve Doğu Roma hükümdarı tarafından pek dehoş karşılanmadı. Birkaç hafta içinde Nestorius görevden alındı.

Bundan yılmayan Nestorius “sapkın” fikirlerini yaymaya devam etti. Bir mürit grubu oluşmaya başlamıştı. İnatçılığı yüzünden bu eski patrik ve müritleri sürüldü. O zamanlar sürgüne gönderilmek, Bizans’ın söz sahibi olduğu toprakların çok daha doğusuna gitmek anlamına geliyordu. Nestorius ve takipçileri Hindistan’a kadar gitti. İsa hakkındaki fikirlerini burada da ifade ediyorlardı ancak oraya ilk gelen Hıristiyanlar oldukları için bunları anlattıkları Hıristiyan olmayanlardı. Bir süre Nestorius’un müritleri dikkat çekti ancak Bizans İmparatorluğu küçüldükçe bağlantı kaybedildi. Tüm bilinen oralarda, uzaklarda doğuda bir yerlerde Nestorius’un takipçilerinin olduğuydu.

12. yüzyılın sonunda Avrupa tuhaf bir yer haline gelmişti. Dev imparatorluklar parçalanmıştı ve Kiev’den Londra’ya kadar bütün devletler küçülmüştü. Bu küçük devletler zenginleşmişti ve Kudüs ile kutsal toprakları kurtarmak dışında
sınırlarının ötesinde olup bitenle ilgilenmiyordu. Bunun nedeni de Avrupa’nın
ötesindeki ticaretin önünün İslam’ın yükselişi nedeniyle kesilmesiydi. Bu, aynı zamanda Avrupalıların cehaletle geçirdiği “Karanlık Çağlar”ın sonuydu.Bin yıl önce Roma’da Çin’den gelen ipek sayesinde bol bol ipek bulunurken ipek artık bir zenginlik ve asalet işareti olmuştu. Basit bir ipek ceket bile bir tarla işçisinin beş yıllık gelirine eşitti. Avrasya’nın üçte ikisi Marco Polo’nun keşfetmesini bekleyen bir bilinmeyendi.

13. yüzyılda Avrupa’nın yüzü 5.yüzyıldakinden oldukça farklıydı, Doğu dünyası
ise tanınmayacak hale gelmişti. İslam güçlenmiş, dört kez yapılan Haçlı Seferleri
geçici bir süreyle de olsa kutsal toprakları özgürlüğüne kavuşturmuştu. Savaşçı
Müslümanlardan daha önemlisi ise Çin’i çoktan fethetmiş olan Moğol İmparatorluğuydu.
Moğollar yüzlerini Batı’ya dönmüştü. Avrupa ise küçük krallıkların, birkaç asilin
yönetimindeki disiplinsiz ordularıyla Haçlı Seferlerine çıkıyordu. Dört sefer
Yakındoğu’yu ticarete açtı ama bu, Hıristiyan dünyasının yararına olmadı. Katolik Kilisesi hala yönetimi elinde tutuyordu ve Papa Avrupa politikasının en önemli adamıydı. Gücünün çoğu da “Kutsal Topraklar”ı kafir Müslümanlardan kurtarmak için düzenlediği Haçlı Seferlerinden geliyordu.

Ama Nestorius ve takipçilerinin başına gelenler Prester John efsanesinin oluşmasına yol açtı. 1122′de Roma’ya Hindistanlı bir rahip ulaştı. Hindistan ve Çin’de yaşayan Nesturilerin (Neşter yanlısı Hıristiyan) bir elçisi olduğunu söylüyordu. Aslında Hindistan’da birkaç bin Nesturi vardı, Çin’de ise tek kişi bile yoktu. Ama Papa’nın duymak istedikleri buydu. Moğol İmparatorluğu’nun büyümesiyle ilgili haberler ve hatta ayrıntılı raporlar Avrupa’ya ulaşıyordu. Bunun için harekete geçmek isteyen Avrupalılar Prester John’a yardım bahanesiyle yeni bir Haçlı Seferi başlattılar. Bu Beşinci Haçlı Seferiydi.

Prester John güçlü bir askeri lider ve inançlı bir Hıristiyan gibi tanıtılıyordu.
John, İslam dünyasının yanı başında güçlü bir Hıristiyan krallığının başındaydı.
1145′de Suriye Başrahibi Papa’ya gönderdiği mektupta doğudaki bir Hıristiyan krallığının kutsal toprakların geri alınmasında yardımcı olmak üzere bir ordu gönderdiği konusunda bilgi aldığını yazdı.1221′de haçlı seferi için çağrıyapılmıştı.

Hıristiyan dünyası Prester John’un İspanya’dan İran’a kadar her yeri elinde tutan İslam ordularından Avrupalı Hıristiyanları kurtarmak için harekete geçtiğinden o kadar emindi ki, Moğol fetihleri bile görmezden geliniyor hatta bunlar Prester John’un yaptıkları olarak anlatılıyordu. Batı Avrupa için Prester John gerçek, Moğollar ise bir efsaneydi.

Böylece Papa haçlı seferini başlattı. Filistin’e doğru yola çıkan binlerce şövalye öldü. Sonunda Hıristiyanlar kutsal toprakları tamamen kaybetti. Ancak o vakte
kadar bu, Hıristiyanlar için önemli değildi, çünkü Prester John her an ordusuyla
ortaya çıkabilir ve Hıristiyanları kurtarabilirdi. Dahası John, doğudan gelecekti ve Müslüman kafirleri aralarında sıkıştırmış olacaklardı.

Bu efsanenin gücü Avrupa’nın stratejisine yarım yüzyıl boyunca yön verdi.Sonunda ise Prester John’un gerçekten bir efsane olduğu ortaya çıktı. Ayrıca Moğolların da gerçekliğinin farkına varıldı. Batı Avrupa Haçlı Seferleri nedeniyle ikiye bölündü. Bazıları destek verirken, bazıları hata olduğunu düşünüyordu.

En büyük iki Hıristiyan krallığı Polonya ve Macaristan’dı. Ama büyük olmaları uygar oldukları anlamına gelmiyordu. Bu iki krallık, ikiye bölünmüş Fransa gibi kendi halinde gelişmeye bırakılmış olsaydı “Karanlık Çağ” bir yüzyıl daha önce biterdi. Ancak Moğollar sonunda Avrupa’ya saldırmaya hazırlandıklarında,Batı’nın askeri gücü dağılmış durumdaydı.

Macaristan Kralı IV. Bela tüm Hıristiyanlığa kendilerini ve tabii ki Macaristan’ı
savunmaları için çağrı yaptığında Öyle büyük bir ordu oluşturulamadı.
Avrupa’nın her tarafındaki şövalyelerden yanıt geldi. Ama beklendiği kadar
büyük bir katılım yoktu. Batı Avrupa’dan tek bir kral bile ordusunu toplayıp gelmedi.

On beş-yirmi yıl önce Filistin’de savaşanlardan çoğu ölmüştü ve mali açıdan da
orduların yeni bir savaşa gücü yoktu. Moğollar, Polonya ve Macaristan’ı ezip geçti. Moğol hükümdarı ölmeseydi ve Moğol orduları kendi kendilerine geri çekilmeselerdi, Dublin’e kadar ilerleyip tüm Avrupa’yı ele geçirmekten onları alıkoyacak hiçbir güç kalmamıştı.

Prester John bir efsaneydi. Olmayan bir Hıristiyan Krallığı ile güçleri birleştirip İslam ordularını yenme fikri Papa’ya ve asillere öyle çekici gelmişti ki kimse
buna karşı çıkamadı. Bu öyle bir efsaneydi ki, Moğol hükümdarı ölmeseydi, tüm Avrupa Moğol hakimiyetine girecekti.

Üç ayda biten donanma

| Pazar, Mart 16
İnebahtı’da Osmanlı donanmasının imha edilmesi Sultan II. Selim Han’ı çok üzmüştü. Bu üzüntüsünü her zaman söylüyordu. Sohbet arkadaşlarından olan Celal Bey’e:
-
Bu defa İslam askerine vaki olan perişanlık, zorluktan sonra kolaylık olmaktır...
Celal Bey, padişaha şu cevabı verdi:
-Malumunuz, Seyyid Muhterem’in duasına ve onun tavsiyelerine ihtiyacımız vardır. Kendisi zaman görmüş, işbilir, eskilerden kalmış tecrübeleri olan bir zattır.
Celal Bey, bu sözleriyle padişahın istişare yapması gerektiğini anlatmak istiyordu. Bunu anlayan padişah:
-O bizim eski dostumuzdur. Ona ve Sadrazama bildir, yarın Bayezid Han Köşkünde buluşalım.


Ertesi gün Seyyid Muhterem ve Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, belirtilen yere geldiler. Sultan II. Selim oraya gelince, Seyyid Muhterem’e hitaben:
-
Gel Efendi, aşinalık seninle ezeldir. Padişahlar vezire muhtaçtır. Siz dahi Mehmed Paşa gibi makamın eri olan zatı elden çıkarmayıp bu sene din ve devlet düşmanlarına tamamının galebe çalmasına sa’y ediniz...

Ertesi gün Sokullu Mehmed Paşa, bütün vezirleri, paşaları ve beyleri toplayarak, padişahın bu sözlerini onlara da bildirdi ve büyük gayretlerle çalışmaları gerektiğini anlattı. Onlar da bütün Osmanlı ülkesinden kereste, demir, zift, halat gibi gemi yapımında lazım olacak malzemeleri kısa zamanda tedarik ettiler. Bir taraftan da gemi inşası için işçi topladılar. Bu sayede üç ay gibi çok kısa bir zamanda, birkaç senede inşa edilemeyecek olan büyük bir donanma vücuda getirildi...

Osmanlı Padişahlarında Alime verilen önem

|
Devrinin en seçkin hocalarının elinde yetişmiş olan II. Mehmet Molla Gürani, Molla Hüsrev, Vezir Sinan, Ahmet Paşa, Akşemsettin gibi pek çok âliminden ders almıştır.

29 Mayıs 1453 sabahı son hücum emri ile birlikte İstanbul Osmanlı'ya teslim olmuştu. Fatih, hocası Akşemsettin Hazretleri ile birlikte, coşkulu bir törenle İstanbul'a giriyordu. Bizans halkı ve kadınlar yollara dökülmüş, genç Fatih'i selamlıyor, üzerine çiçekler atarak onu tebrik ediyorlardı. Hatta Fatih İstanbul'a girerken, yer yer Bizans halkı öndeki "Akşemsettin"i padişah zannediyor, Akşemsettin Hazretleri "hükümdar arkada" işaretini yapınca, Fatih'teki edep, terbiye ve inceliği ile, şöyle karşılık veriyordu:
"Evet, hükümdar benim, lâkin o da benim Hocam'dır!"


Fatih Sultan Mehmet, bir gün veziri Mahmut Paşa'yı yanına alarak hocası Akşemseddin'i ziyarete gitmişti. Akşemseddin, Padişah içeri girdiği halde ayağa kalkmamıştı.
Bir süre geçtikten sonra Akşemseddin, Fatih'in huzuruna gitti. Padişahın yanında Mahmut paşa'da bulunuyordu. Fatih hemen ayağa kalkarak hocasına yer gösterdi.

Bu iki olayı kıyaslayan Mahmut Paşa dayanamayıp sordu:
- Hünkârım, hocanız geldiğinde siz ayağa kalktınız. Hâlbuki siz onun yanına gittiğinizde o ayağa kalkmaz. Sebebi ne ola?

Fatih şöyle cevap verdi:
- Hocam Akşemseddin'e saygı göstermemek elimde değil. O yanıma geldiğinde gayri ihtiyari bir heyecan kaplar ve farkında olmadan kendimi ayakta bulurum. O ise, ilmin izzetini korumak için bana ayağa kalkmaz, buyurdu.


Mısır seferini tamamlayan Osmanlı ordusu, Kahire'den Şam'a dönmekteydi. Yolculuk esnasında, Anadolu Kazaskeri Kemal Paşa ile Yavuz Sultan Selim, at üzerinde sohbet ederek ilerliyorlardı.
Kemal Paşazade'nin atının ayağı bir ara içi su dolu bir çukura girdi. Etrafa sıçrayan çamurlar at üstündeki Yavuz Sultan Selim'in kaftanının eteklerine sıçradı.
Durumu gören Kemal Paşazade, utancından sapsarı olmuş, ne diyeceğini bulamamıştı. Yavuz, ilme ve âlimlere karşı sevgi ve saygı dolu bir davranış göstererek, şu sözleriyle Kemal Paşazade'yi teselli etti:

- Bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur, benim için şereftir. Öldüğüm zaman bu kaftanı sandukamın üzerine koysunlar.

Padişah üzerinden çıkardığı bu kaftan, Yavuz'un vasiyeti gereği vefatında sandukasının üzerine konulmuştur.


Görüldüğü gibi Osmanlı Padişahları Alimlere ve Hocalarına Hürmette eksik kalmamışlardır.
Osmanlı'nın büyük bir devlet olmasının altında yatanda budur.


Abdülhamit Han ve Filistin, Girit Adasının Yunanistan'a Satılması Teklifi

| Cumartesi, Mart 15
Herlz, Sultan Abdülhamit'le görüşebilmek umuduyla İstanbul'a gelmiştir. Bunun için aracılara ihtiyacı vardır. Dersaadet'teki Avusturya-Macaristan Sefiri Newlinskiy'i bu iş için uygun bulur ve Padişah'la görüşebilmek için tavassutunu ister.

Newlinski,Herlz'in tekliflerini SultanAbdülhamit'e iletir

Herlz,in Newlinski kanalıyla Padişah'a yaptığı teklifte,

Filistin'de Yahudilere verilecek bir miktar arazi karşılığında
Osmanlı Devleti'nin borçlarının ödenmesi, Avrupa basınının Osmanlı Devleti ve Sultan Abdülhamit aleyhine yaptığı neşriyatın durdurulmasını, Ermeniler'in pasivize edilmesini garanti etmiştir. Herlz'in bu iş için gözden çıkardığı para 20 milyon altın civarındadır.

Abdülhamithan'ın bu teklife cevabı şöyle olmuştur

Ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satamam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin Alaylarımın efradı birer birer Plevne'de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk İmparatorluğu bana ait değildir, Türk Milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim İmparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin'i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.”

Bir yıl sonra ilk Siyonist Kongresi (WZO) Basel'de toplandı. Herlz, hatıra defterine şunları yazmıştı: “Ben Basel'de Yahudi Devletini kurdum. Eğer şimdi bunu bağırarak söylesem herkes gülecektir. Belki 5 yıl içinde, ama 50 yıl içinde mutlaka herkes bunun doğru olduğunu görecektir.

Bu tarihden 50 yıl sonra Birleşmiş Milletler kanalıyla Filistin'de İsrail Devleti kuruldu.


Avusturyalı gazeteci Theodore Herzl, modern Siyonist hareketin kurucusu ve babası olarak kabul edilmektedir 1895-1905

Ali Uğur'un Mavi Emperyalizm adlı kitabından (Çatı Yayıncılık, 0212 458 97 72)
alıntıdır
*****

Abdülaziz'in 1867'deki Paris seyahatinde III. Napolyon, Hariciye Nazırı Keçecizade Fuat Paşa ile sohbet ederken, Girit meselesine bir çare bulmak için paşaya, Girit'in Yunanistan'a satılmasını teklif eder ve adaya karşılık ne kadar para isteyebileceğini sorar!.. Paşa, şu zarif cevabı verir:

- Aldığımız fiyata veririz, haşmetmeap!...

Bazen Osmanlı padişahları hakkında ileri geri konuşanları duyduğum zaman sinir krizleri geçirecek gibi oluyorum. Kendi tarihini bilmeyen atasını tanımayan zavallı insanlar. Bizlerin Osmanlıyı dualarla anmamızın nedeni padişahlık istediğimizden değil Onların bu millete yaptıklarından dolayıdır keşke anlayabilseler Tarihini bilmeyen kendini ne kadar bilebilir ki







Rodos Adası

|
Türk hakımiyeti altında 390 yıl bulunan Rodos adasında bıraktığımız izler günümüzde hala yerinde duruyor mudur. Avrupanın bir çok ülkesinde her türlü savaşa rağmen şatolar kiliseler dimdik ayakta kalabilirken Türklerden geride kalanlar neden yok edilmeye çalışılır. Bunun son örneğini Bosna'da gördük sırplar vahşiliklerine Mostar Köprüsünü yıkmayı da eklemişlerdi. günümüzde Mostar dimdik ayakta Sırplara meydan okuyor.

Bu yazımızın konusu Rodos Adası bir zamanlar Cem Sultanın da sığındığı Seant Jean Şövalyelerinin yaşadığı Rodos Adası

25 Temmuz 1522 günü Osmanlı Donanması Rodosu muhasaraya almış. 20 Aralık 1522'de Türk'ün destanına dönüşen Şanlı bir zaferle ele geçirilmiştir.

Seant Jean Şövalyelerinin kumandanı ve Büyük Reisleri I’Isle Adam ile Kanuni Sultan Süleyman arasında geçen konuşmaları sizinle paylaşmak istiyorum

Sultan Süleyman mağlup reisi gün boyunca yağmurun altında bekletti. Nihayet Kanuni Sultan Süleyman erguvan renkli bir çadır altında, harikulade ve zengin iki Altın Arslan arasındaki altın tahta oturmuş şaaşalı bir şekilde mağlup reisi kabul etti. Ağır ve uzun bir sessizlik içinde iki büyük düşman birbirini süzdükten sonra ihtiyar Şövalye genç Sultan’ın elini öptü. Kanuni de ona hil’at giydirdi. Sultan ona "Size teşkilatınızı, idare adamlarınızı olduğu gibi muhafaza etme hakkı tanıyor, evinizde ve dışarıda askerlerinize emir verme hakkı bahşediyorum" diyerek Osmanlı hizmetine girmeyi teklif etti.


L’Isle Adam "Devletimden mahrum olmaktansa şu bahtsız hayatımın sona ermesini, yahut adamlarımdan kaçarak daima şerefsiz yaşamaktansa mağlup diye anılmayı istiyorum. Mağlubiyet talihin bir eseri ve size mağlup olmak utanç verici değildir. Fakat kanaatime göre kendi adamlarını terk etmek ve karşı tarafın ordusuna geçmek haince ve utanç vericidir" der. Sultan, bu cesur cevaptan etkilendi ve cömert bir teslim anlaşması imzaladı. Şövalyeler bütün silah ve mallarını alarak adayı terk etme iznini aldılar. Adayı terk etmek isteyenlere izin verilirken, kalmak isteyenlerin de bütün güvenceleri sağlandı.

...

Sultan Süleyman Rodos’u gezdikten sonra şövalyelerin Büyük Reisine iade-i ziyarette bulundu. Olayın şahidi şövalye İacopo Fontanna bu ziyareti şöyle anlatır: "Padişah Grand Maestroluk Sarayına girdiğinde Büyük Reis galib hükümdarı diz çökerek karşılamak ister. Kanuni işaret ederek kaldırır ve eliyle selamlar. Yine Osmanlı hizmetine girme konusu konuşulmuş olmalı ki; I’Isle Adam, padişaha hitaben "Bana tahsis edeceğiniz bir şehirden ziyade bizzat ben, Türk merhamet ve faziletinin ebedi sembolü olacağım" der.

Şövalyeleri Girit’e kadar Osmanlı gemileri götürdü.

Rodos’tan günümüze sadece 12 çeşme, 3 hamam, Süleymaniye Medresesi başta olmak üzere bazı medreseler ile Sultan Süleyman İmareti, Saat Kulesi, Fethi Paşa Rüştiyesi, Hafız Ahmed Ağa Kütüphanesi, 18 mescit ve 11 cami kalmış. Camilerden sadece iki tanesi faal durumdadır.

Denizcilik Tarihimizle ilgili resimler ve bilgiler için
bu siteyi ziyaret edebilirsiniz

Görüldüğü gibi Türkler esirlerine tüm kolaylıkları tarihin bütün dönemlerinde sağlamıştır. Oysa Türklerle savaşanlarda bu üstün meziyet hiçbir zaman olmadı. Düşman eline düşen Türkleri işkence yaparak öldürmekten çekinmediler. bir Türk yurdunu işgal ettiklerinde ise kadın çocuk yaşlı demeden öldürdüler.

Türk milleti ele geçirdiği topraklardaki insanların dinine karışmadı mabedlerini yıkmadı hatta imar etti, yeni binalar yaptı bu konuda o kadar ileri gitmiştir ki; Yıllardır söylenir durur Osmanlı'nın Anadolu'yu ihmal ettiği.

Bir tarafda barbar denilen Türkler diğer tarafda, günümüzde medeni denilen devletler acaba kimler medeni.

Bir Ressam ve Öğrencisi

|
Hayatın Her alanında alınacak dersler vardır. Bizden önce yaşayanların Bilgi ve tecrübeleri ile kazandığı deneyimleri vardır fakat gençler bu deneyimleri kimi zaman almak istemez, Kuşaklar arası çatışma dediğimiz de buna Benzer değil midir. Genelde Büyüklerimizin Bizi anlamadığından şikayet ederiz peki biz onları anlıyormuyuz oysa onların bize verecekleri çok şey var öncelikle hayat tecrübesi aşağıda bir ressam ile talebesi arasında geçen bir hint öyküsü bulunmakta Ressamın öğrencisine edindiği tecrübleri nasıl aktardığını okuyacağız bir öykü, hikaye diye geçmeyelim nerede ve ne zaman tecrübe kazanacağımız belli olmaz. günümüzde insanların bilgi ve birikimlerini birde parayla sattığını düşünürsek...

Bir zamanlar çok büyük bir ressam vardı. Eserleri herkes tarafından beğenilirdi. Ülkenin kralı bile onu onur madalyası ile ödüllendirmişti. Ona renklerin ustası anlamına gelen "Ranga Charya" adı verildi. Ama hayranları ona kısaca "Ranga Guruji" derlerdi. Ranga, yıllar içinde, alanındaki ustalığını kanıtlarcasına kendine özgü bir renk stili geliştirdi. Çok çalışması, yorumu ve konuya kendini vermesi,kendinden sonra gelenlerin takip etmesi için örnek oldu.

Bir sanat okulu açtı ve orada öğrencilerine sanatın inceliklerini öğretmeye başladı. Belli bir müfredatı ve süresi yoktu okulun. Öğrencinin, yeteneğinden ve bilgisinden kendisi tatmin olduktan sonra onu sanat dünyasına takdim etmesi okulun özelliğiydi. Kendince bir "Öğrenci Değerlendirme" yöntemi geliştirmişti. Bu, onun çalışma yöntemi gibi,dünyada eşi olmayan bir yöntemdi.

Okulunda bir öğrenci olan Rajeev çok aceleciydi. Allah vergisi bir yeteneğe sahipti ve Ranga'nın aradığı özellikler doğrultusunda; diğer öğrencilerden çok daha hızlı bir başarı gösteriyordu. Ranga ondaki bu gelişmeden çok memnundu. Çok övgü ve teşvik almaktasından dolayı Rajeev merakla Ranja Guruji'nin onu artık bir ressam olarak ilan edeceği ve hayatının bu şekilde devam etmeye başlayacağı günü bekliyordu.

Bir gün, çok kibar bir şekilde Ranga Guruji'ye final uzmanlık sınavını ne zaman alacağını sordu.

Ranga gülümsedi ve dedi ki:
"Rajeev, sen benim gelecek vaad eden öğrencilerimden birisin.Çok kısa sürede sanatın inceliklerini öğrendin. Sanırım şimdi final sınavının zamanı geldi."

"Sınav konumun ne olduğunu söyler misiniz, Guruji?" diye soran Rajeev mutluluğunu ve heyecanını saklamakta zorlanıyordu.

Ranga "Rajeev, bir resim yapmanı istiyorum, bu senin en iyi resmin olmalı ve herkes hayran kalmalı. şimdi acele etme ve hayatının şaheserini yap." dedi.

Rajeev gece gündüz çalıştı; en güzel resmini yaptı ve Ranga Guruji'ye getirdi.

Ranga: "şimdi bunu şehrin meydanında halkın beğenisine sun," dedi."insanların senin eserini görmelerine izin ver. Resmin altına büyük ve koyu harflerle, bu resmin halkın değerlendirmesi için oraya konulduğunu ve resimdeki hataların izleyenler tarafından resmin üzerine bir X çizerek belirtilmesini yaz."

Rajeev Ranga'nın dediklerini yaptı. Resmi şehrin en merkezi yerine koydu. Birkaç gün sonra Ranga gidip onu getirmesini söyledi. Rajeev meydana giderken çok heyecanlıydı. Ancak oraya vardığında çok büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Tüm resim baştan aşağı X işaretleriyle doluydu. Başarısızlığı böylece anlaşılmıştı. Büyük bir kalp kırıklığıyla resmi Guru'ya gösterdi. Ranga O'na asla umutsuzluğa kapılmamasını ve yeniden bir resim yapmasını tavsiye etti.

Rajeev yeni bir sanat şaheseri daha yaptı. Ranga daha önce söylediği şeyleri tekrarladı. Ancak en son satırda değişiklik yaparak. Bu kez Rajeev'e resmin yanına boya ve fırça da koymasını söyledi. Resmin altına yazdığı mesajda izleyicilerin hataları bulması ve resmin yanında bulunan malzemeleri kullanarak düzeltmeleri istenmişti.

Birkaç gün sonra Rajeev resmi almaya gittiğinde şaşırdı. Çünkü resmin üzerinde hiçbir işaret olmadığı gibi yanına konulmuş olan malzemelere de hiç dokunulmamıştı. Rajeev resmi Guru'suna sunarken çok mutlu olmuş ve içi kendine güvenle dolmuştu.

Ranga yine gülümsedi ve "Rajeev bugün öğrenmiş olduğun bu dersle birlikte artık senin eğitimin tamamlandı." dedi.

"Sevgili oğlum, eğer bu dalda mükemmellik ve yücelik istiyorsan sadece sanatta ustalaşmış olman yetmez.Ama insanların,eline fırsat verildiğinde hiçbir şey bilmedikleri bir konuda bile eleştirip,değerlendirme eğiliminde olduklarını da öğrenmen gerekir."

"Eğer dünyayı seni yargılayacak kişi olarak kabul edersen hep hayal kırıklığına uğrarsın. ınsanlar hiçbir bilgisi ve ciddiyeti olmadan yargılamalarda bulunur ve birbirlerine fikirlerini söylerler. Senin ilk resmini X lerle doldurdular. Çünkü onları engelleyecek hiçbir risk yoktu.

Ve çoğunun bu konuda hiçbir yeteneği ve bilgisi de yoktu. Ama onlara sunulan bu fırsatı memnuniyetle değerlendirdiler. Ama aynı insanlardan, hataları bulup düzeltmeleri istendiğinde hiç biri bunu yapmadı. Çünkü bu kez onların bilgisi ve yeteneği risk altındaydı; bu konudaki eksikliklerini göstermekten çekindiler. Uzak durmayı tercih ettiler."
Ranga devam etti:
"Böylece sevgili oğlum, senin çalışman, senin yeteneklerin, senin bilgin, senin sanat alanındaki çabaların, senin çok çalışmanın ve içten uğraşılarının değerli bir ürünüdür. Bunu dünyaya bedava sunma. O zaman çalışman ilk resminin uğradığı sonuca uğrar. Kendinin yargıcı ol ve değerini kendin belirle ama bunu adalet ve eşitlik ilkeleriyle yap. Ve böyle davrandığında seni temin ederim ki asla ne kendin ne de eserinle hayal kırıklığına uğrarsın. Son olarak bir de bu başkalarının eserlerini de senin değerlendirme hakkın olmadığı anlamına gelir. Tanrı seni korusun oğlum."

Rajeev'in gözlerinde saygı ve neşe dolu yaşlar vardı. Kalbinin derinliklerinde; eğer bu son dersi almasaydı eğitiminin eksik olacağını hissediyordu.

Göl Olmak

|
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştı.
Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.

Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.

Söyleneni yapan çırak, agzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:

"Tadı nasıl?"
"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.

"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam, "hayır" diye cevapladı çırağı.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüs olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."


Bu hint öyküsü şu blogdan alıntıdır

Kırgız Ebe Efsanesi

| Perşembe, Mart 13
Anadolu ismi nereden gelmektedir. bu sorunun cevabını merak ediyorsanız kimi kaynaklarda kırmızı ebe olarak bahsedilse de doğrusu Kırgız Ebe olan Anadolu Erenlerinden Kırgız Ebe ile ilgili olarak anlatılanlara bakalım.

Kızılcahamam'a bağlı Taşlıca Köyünde Kırgız Ebe Türbesi bulunmaktadır. Bu Türbede yatan kişi hakkında şu efsane anlatılmaktadır.



Kırgız Ebe Efsanesi

Anadolu’ nun İslâm-Türk ülkesi haline gelmesi için, kendisinden önce başlatılan seferlere devam eden Anadolu Selçuklu Devleti Hükümdarı Alâaddin Keykubat, Başköy Rum kalesini fethetmek üzere yol üzerindeki Taşlıca köyüne uğrar. Burada, yıllar önce gelip yerleşmiş kadın Erenlerden Kırmızı Ebe ve Oğlu Oruç yaşamaktadır. Kırmızı Ebe Türk askerlerini karşılar ve kendilerine ayran ikram etmek ister. Yayıkta yeni çalkadığı taze ayranı, oradaki taş oluğa döker. Bütün asker de hem ayran içmek hem de kaplarını doldurmak için sıraya geçer.

Herkes ayran içip kabını doldurduğu halde, taş yalakdaki ayran hiç tükenmez. Bu olay, Kırgız Ebe’nin evliyadan olduğunun ve ona Allah (C.C.) tarafından verilmiş bir keramet olduğu kesindir. Bu arada, ayran içip kaplarını dolduran askerlerle Kırgız Ebe arasında şu diyalog yaşanır:

-Doldurun Gazilerim,
-Doldur Ana,
-Doldurun yavrularım,
-Ana,dolu,

Bütün bir orduyu, bir bakraç ayran ile doyurduğu, Sultan’ın kulağına gider ve Kırgız Ebe’yi huzuruna davet eder. O’ nda gördüğü keramet ile etkilenir ve çevre toprakları oğlu Oruç Gazi’ ye yurt olarak bağışlar. Buna dair Kırgız Ebe ‘ ye bir berat verir.

askerlerle Kırgız ebe arasında geçen yukarıda ki konuşma sonucu bu gün üzerinde yaşadığımız topraklar genel adını almıştır.

Kırgız ebe ve oğlu Oruç gazi Anadolu erenlerindendir. Türbeleri oruç gazininki köyün girişinde, Kırgız ebenin türbesi ise köyün çıkışında kösten yolu üzerindedir. Sanki analı oğullu köyü iki koldan bekler gibiler


KAYNAK : Muzaffer EKER'in Yabanabad 2000 Kitabından alınmıştır.

Kelimelerin Etimolojisiyle ilgilenen Recep Hilmi kardeşimizin Kelimelerin Soyağacı adlı blogunda Anadolu Kelimesinin nasıl ortaya çıktığını şu yazıda okuyabilirsiniz.

Bilgi: Taşlıca köyünde bir gelin kaya bulunmaktadır bunun ile ilgili bir efsane henüz bulamadım. bulabilirsem paylaşmak umuduyla bloguma gösterdiğiniz ilgi için teşekkürler düşüncelerinizi lütfen yorum kısmına yazınız

Giresun Gelin Kayası'nın Hikayesi

| Çarşamba, Mart 12
...Mehmet ağa sarma tütünden yaptığı sigarasından derin bir nefes çekip dilden dile dolaşan ama asla unutulmayan Gelin Kayasının öyküsünü anlatmaya başladı.

Bende sizin gibi merak eder dururdum banada babam anlattı.Aslında çok uzun bir hikaye.Bu zamana kadar dilden dile dolaştı kimine göre bir efsane kimilerine göre bir öykü oldu.

Derler ki bugün birkaç haneden ibaret indere obası o zamanlar epey kalabalıkmış. İndere de kurulan pazara Eskihisarlılar başta olmak üzere yakında bulunan tüm köyler ve oba insanları gelirler alışveriş ederler eksiklerini görürlermiş. Osmanlının son zamanlarına rastlayan bugünlerde ne kadar İstanbul’dan uzak olsa da halk çok sıkıntılı günler geçirmekte imiş. Buralarda yaşayan az sayıda ki Rum ve Türkler belli bir ahenk içinde yaşayarak bu günlere kadar gelmişler, birbirlerine göstermiş oldukları samimiyet ve dostluklarına güvenerek bu dağların eteklerinde bulunan gözden uzak bu köylerde kardeşçe yaşamayı sürdürmüşler, ta ki Osmanlı dara düşene kadar.

İşte günlerden birinde bu İndere obasında kurulan pazarlardan birinde burada ninesiyle beraber yaşayan bir rum kızı pazar yerine birşeyler satmaya gelmiş. Bu uzun boylu sarı saçlı ela gözlü Rum kızı güzelmi güzel her görenin hayran kaldığı bir genç kızmış. Tesadüf buya o günkü İndere de kurulan bu pazara komşu olan Eskihisar dan bir beyin oğluda atının nallarını yaptırmak için uğramış. Atını bir seyise emanet ettikten sonra kurulan pazar yerini dolaşmaya başlamış. Birkaç kez pazar yerinde dolaştıktan sonra artık atına atlayıp dönmeye karar vermiş.

Pazarın sonuna doğru ilerlerken kendi halinde oturmuş bir genç kızın omuzlarından aşağı sarkıttığı o upuzun sarı saçları dikkatini ceker. Merakını yenemez ön tarafa gecerek genç kızın yüzüne bakar. O anda genç kızın o güzel sapsarı saçlarını görür. Görür görmesinede içi bir hoş olmuş. Gayrı dinmemiş gönlünün sızısı,artık sabırsızlıkla ceker olmuş tüm pazar kurulacak günleri. Ne yaptıysa ne ettiyse söz dinletememiş gönlüne. Artık aşık bir divane olmuş ne söylese dinlemez kalbi. Her Pazar günü önce onun yanına uğrar olmuş. Birkaç yiyecek aldıkdan sonra da ayrılırmış İndere’den

Aradan gecen uzun zamandan sonra genç kızda anlıyor bu sevgiyi. Kendisi de karşılık verir beyin olguna. Eskihisarlı beyin oğluyla bu güzel rum kızı zamanla bir arkadaş daha sonrada ayrılmaz birer sevgili olurlar.

Günler haftaları haftalar ayları kovalar. Aradan mevsimler akıp gider.Beyin oğluyla bu güzel rum kızının aşkı yörede dilden dile dolaşıp bir efsana olmuş. Beyin oğlu İndere’de bir köy evinde ninesiyle beraber tek başına yaşayan bu güzel rum kızına gönlünü iyice kaptırmıştır. Kızda ondan hoşlanmakta İndere’de kurulan pazar günlerini artık beraberce köyün hemen yanıbaşında bulunan buğün ‘’Gelin Kayası’’ diye anılan yerde gecirirlermiş.

Gel zaman git zaman imparatorluk iyice sıkıntıya düşüp memlekette isyanlar baş gösterince eli silah tutan ne kadar insan varsa hepsini askere çağırmışlar.Beyin oğluda herkes gibi düşmanla savaşmak için askere çağrılmış .Osmanlının yedi düvele karşı savaşyığı o günlerde beyin oğlu pekte uzağa gitmemiş. Ozamanlar askere çağrılanlar Samsun’da bulunan birliklerden dağıtım oluyorlarmış. Beyde oğlunun uzağa gitmesine gönlü razı gelmemiş. Aradan geçen üç ayın sonunda rum kızı beyin oğlundan bir mektup alır. Bir sevinç kaplar içerisini. Nasıl sevinmesin ki artık onu düşünmeden onu biran olsun aklından gecirmediği hiçbir anı yoktur. Sanki yüreğinin bir parcası bir kuş misali avuçlarının arasından uçup gitmiştir. Canından çok sevdiğini hiçmi hiç bilmediği hiç görmediği uzak gurbet ellerine salmıştır. Beyin oğluda göndermiş olduğu mektubunda kendisini beklemesini onu çok sevdiğini söyler .

Rum kızıda hemen ona bir mektup yazar. Sözünde durduğunu onu ömürboyu bekleyeceğini söyler. Yazmış olduğu mektubun içine sarı saçlarından birkaç da tel koyar.

Günler hızla gelip gecer. Günler günleri, aylar ayları kovalar zaman bir su misali hızla akıp geçer. Artık memleketin her yerinde isyanlar başlamıştır. Osmanlı artık başkalarının deyimiyle hasta adamdır.

Derken umutların tükenmek olduğu bir zamanda rum kızı sevgilisinden son bir mektup daha alır. Yakında Samsun’dan ayrılacaklarını kendi birliğinin Bafra’ya Rum çeteleriyle savaşmaya gideceğini yazmıştır. O zamanlar Bafra ve çevresini kasıp kavuran her yeri talan eden astığı astık kestiği kestik bir Rum çetesi vardır. Bu çete zamanla büyümüş ve yöre halkı bulundukları köyleri kasabaları yavaş yavaş terk etmeğe başlamışlar bu çetenin başında da Andon adında birisi vardır.

Bu mektup.aynı zamanda beyin oğlunun sevğilisi Rum kızına yazdığı son mektuptur. Kendiside nerede olduğunu bilmediğinden sevgilisine bir mektup bir haber salamaz. Yine aradan uzun zaman gecer. İndere’ye, Eskihisar’a gelen solgun zarflı sararmış mektuplar hep kara kara haberler getirirler. Analar uzun geceler boyunca beşiklerini sallayıp uyutup büyüttükleri evlatlarını genç kızlar ise doyasıya bir yastığa baş koymadıkları adamlarını şehit verip bağırlarına taş koyarlar. Zaman hızla akıp gelir gecer. Rum kızının içine bir korku siner. Fırsat buldukca işte tam burada bu uçurumun başına gelir akşamın son demine kadar gözlerini ufuktan ayırmadan öylece oturur kalırmış. İndere köylüleri de anaz onun kadar merak eder, şehirden dönenlere askerden gelen gazilere beyin oğlunu sorar olmuşlar. Ama nafile. Nebir haber nede mektup dahi alamamışlar. Beyde kimlere haber salmışsa oda bir haber alamamış.

Artık İndere’lilerde umudu kesmişler beyin oğlundan.

Rum kızınında günden güne tasası artmış içi içine sığmaz olmuş. Şimdi daha çok gelir olmuş bu buluştukları şimdi çobanların ateş yakıp öykülerini anlattıkları yerde bulunan pınarın başına orada öylece saatlerce kalır oturur dururmuş.

Kara haber tez ulaşır derlerya, yine öyle olmuş.

Bir akşam üzeri ta aşağılardan bir toz bulutunun hızla İndere obasına doğru geldiği görülmüş.Bütün köy halkı gittikce yaklaşan bu toz bulutunun ne olduğunu merak edip beklemeye başlamışlar. Toz bulutu yaklaştıkca gelenlerin askerler oldukları anlaşılır.İndere muhtarı başta olmak üzere herkes köy meydanında beklemeye başlar. Toza karışmış atlar ağızlarından köpükler sacarak son bir gayretle köy meydanının ortasında öylece durdular .Nihayet bir manğa yorğun asker atların üzerinden inerek yere ayak bastılar.

Birkaç hoşbeşten sonra onbaşı Eskihisar Köyünü ve oradaki beyin adını sorar. İndere muhtarı gidecekleri köyün uzakta olduğunu bu gece burada kalıp misafir olmalarını, dinlendikden sonra yarın yola çıkmalarını söyler. Onbaşı ister istemez kabul eder. Akşam olduğunda yemekler yenir çaylar içilmeye başlanır.

Muhtar birzaman sonra merakını yenemez ve mahcubiyetle sorar,

-Merakımı mazur görün onbaşım Eskihisarda ne yapacaksınız? der.

-Onbaşı olanı biteni dili döndüğünce anlatır. Beyin oğlunun Bafra’da Rum çeteleriyle savaşırken pusuya düşürülüp şehit olduğunu künyesinin Giresun askerlik şubesine gönderildiğini bunu bildirmek için Eskihisar’a beyin yanına gittiklerini söyler.

Başta İndere muhtarı olmak üzere herkes usulca başlarını önlerine eğerler. Artık kimseden tekbir ses çıkmaz sanki zaman durmuştur. Odada bulunan köylüler birbirlerinin yüzlerine öylece bakakalırlar.

Ertesi gün haber kulaktan kulağa evden eve yayılır. Herkes beyin oğlunun Rumçetesi tarafından vurulup şehit olduğunu duyar. Rum kızıda sevdiğinin vurulup öldügünü öğrenir.

Kurtuluş savaşının başlamasıyla burada ve yakın köylerde oturan birçok Rum aile oturdukları yerleri bırakıp gitmişlerdi. Aslında ninesi de istemişti buralardan göç etmeyi. Ama o söz vermişti bir kere beyin oğluna. Onu dönünceye kadar bekleyecekti. İndere liler onları hiçbir zaman bir yabancı olarak görmemişlerdi. Aynı değerleri paylaşmışlar ,aynı bayramlarda köy meydanlarında buluşup oyunlar oynamışlardı. Artık onların bir parçası olarak kalmışlardı burada. İndereliler belki de hiçbir zaman doyasıya yaşayamadıkları sevgiyi hep bu iki gencin aşkında görmüşlerdi belki de Onun için kendilerinin yaşayamadıkları bu sevği sürsün gitsin istemişlerdi. Bugüne kadar aldıkları hiçbir kötü haber onları bu kadar derinden etkilememişti.

Aradan bir hafta geçer artık dayanmaz olur yüreği bunca acıya. Yüreği parcalanmış gururu kırılmıştır birkere. Sevdiği insanın bir Rum kurşunuyla vurulup şehit edilmesini kabul edemez. Bir sabah erkenden kalkar her zaman buluştukları bu yere gelir. Pınarın hemen yanındaki tepenin yamacına çıkar. Uzun uzun aşağıdaki şimdi geniş kanatlı kartalların nazlı bir bebek gibi süzüldükleri sonsuz boşluğa bakar bakar…

Kararını vermiştir birkere gözlerini kapar ve kendini boşluğa salıverir. Bir kuş misali uçar gider sonsuzluğun içine doğru. Artık hiç açı çekmez yüreği . Yüzünde mutlu bir tebessümle öylece bakakalır o simsiyah gözleriyle gökyüzüne doğru.

-İşte böyle dedi Mehmet Ağa

Bundan sonrada buraya Gelin Kayası denir olmuş


Kaynak
Not..Giresun kültürünün bir parçası olan bu ‘’Gelin Kayası’’ adlı öykü Şaban Kutlu’nun yine Giresun yöresi efsanelerinden derlenmiş oniki öyküden oluşan basıma hazır ‘’Ateşi Suya Tutmak ‘’adlı öykü kitabından alınmıştır.

İdris Dağının Efsanesi

|
İdris Dağı nerededir, ve İdris Dağı adını nereden almıştır. Bu efsane İdris Dağının adıyla ilgilidir.

İdris Dağı Kalecik ilçesinin batısında, Ankara'nın doğusuda bulunan, 1985 metre yüksekliğe sahip bir dağdır.

Adını bir efsaneden alır. Efsaneye göre Kalecik çevresinde bir zamanlar bir dev ve onun yavruları yaşamaktadır. Bu yavru devler birbirleriyle hiç geçinemez, sık sık kavga ederlermiş. Bu durumdan rahatsız olan anne dev bir gün dayanılmaz bir noktada çocuklarına ilenecek olmuş:

-Allah hepinizi taş etsin emi!

Anne devin bu ilencini duyan Yaradan hemen tüm yavru devleri birer dağa çevirmiş. İçlerinden en büyük olanının adı İdris olduğundan, bu günki İdris Dağı da adını o devden almıştır.

kaynak

Ankara ve Çankırı Gelin Kaya Efsaneleri

|
Gelin kayası efsanesi ile ilgili araştırma yaparken bir çok efsanelere rastladım daha önceden Erzurum Bölgesine ait bir Gelin Kayası efsanesi şöyleydi Ankara ve Çankırı civarlarında anlatılan efsaneler ise şöyle

Gebe Kaya Efsanesi yada Gelin Kaya Efsanesi

Zamanın birinde bir köyden Çankırı Merkez'e doğru bir gelin alayı gitmektedir. Gelin Hamiledir utancından Allah' a yakarır;
"Senin huzuruna bu vaziyette nasıl çıkarım, Allahım ya beni taş et ya da kuş et !" Bu yakarışın hemen akabinde gelin ve dünürleri ayrıca binek olarak kullandıkları hayvanlar hepsi birden taş oluverir. Hatta gelin geliyor diye düğün evine müjde vermeye giden bir kişinin de 2 km ilerde taş olduğu belirtilmektedir. Taş kesilen o kişinin adına da "müjdeci" adı verilmiştir.

Resime baktığımızda kayanın hamile bir insan görünümünde olduğunu görülmektedir. Gelin kayası Çankırının Taşkaracalar Belediye'sinin Orta buz adındaki bir meranın sınırları içerisinde bulunmaktadır.
(kaynak:mahmut yiğitoğlu)


Ankara bölgesinde ki Gelin Kaya Efsanesi

Ankara'ya bağlı Elmadağ'a bağlı yerleşim yerlerinden biri olan Hasanoğlan'da bulunan İdris Dağı 'nda Bulunan adına Gelin Kayası denilen bir kayayla ilgili efsane

Bir kaç yüzyıl önce geçmiş bir olay.Köyde bir düğün yapılıyor.Bu sırada Gelini Eşkıyalar kaçırıyor.Köyün yukarılarındaki yaylalara doğru götürüyorlar.Gelin bir şekilde ellerinden kaçıyor ve kayalık bir yere gidiyor.Eşkiyalarda peşinden gidiyor.Gelin Eşkiyaya yâr olmaktansa kendini kayadan atıyor.Bu arada Duvağı orada halka şeklinde kalıyor ve taşlaşıyor.

Bu kayaya Gelin kayası deniliyor alıntı yaptığım forum sitesinde resimleri bulunmaktadır.


Çankırı'nın Gelin kaya efsanesi ile Ankara'nın gelin kayasında anlatılanlara benzer öğeler taşıyan Sivas'ın Kızlar Sinisi efsanesi de şöyle anlatılmakta;
Kızlar sinisi- Sivas

Kızılırmak, Kızıldağ'dan doğar. Kızıldağ'da 'Beş Gözeler' denilen su kaynağının yakınlarında, peri bacalarına benzeyen kayalıklar vardır. Halk arasında buranın adı 'Kızlar Sinisi'dir.Efsaneye göre çok eski zamanlarda bir gelin alayı, Kızıldağ yamaçlarından geçerken eşkiya hücumuna uğrar. Eşkıya düzlükteki yolu kestiği için, düğün alayı Kızıldağ'a tırmanmaya başlar. Gelin, eşkiya elinden kurtulamayacağını anlayınca Allah'a yalvarır. 'Ya onları taş kes, ya beni taş kes' der. Düğün alayı o anda Kızıldağ'ın yamacında taş kesilir.Gerçekten de o yörede, uzaktan bakıldığında, dağın yamaçlarına yayılmış ve bir düğün alayını anımsatan irili ufaklı kayalar görülür; hatta bunların arasında bir çeyiz sandığı bile vardır.
Aktaran: Kemal ÇAĞLAYAN

Türkün Destanı Şiir ve Marşlarla

| Pazartesi, Mart 10
Mustafa Kemal'in Kağnısı

Yediyordu Elif kağnısını
Kara geceden geceden
Sankim Elif Elif uzuyordu, inceliyordu
Uzak cephelerin acısıydı
İnliyordu dağın ardı, yasla
Her bir heceden heceden

Mustafa Kemal'in kağnısı derdi, kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik
Nam salmıştı asker içinde
Bu kez yine herkesten evvel amıştı yükünü
Doğrulmuştu yola, önceden önceden

Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar
Kocabaş çok ihtiyardı, çok zayıftı
Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra
Gecenin ulu ağırlığına karşı
Hafiftiler inceden inceden

İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında
Elma elmaydı yanakları, üzüm üzümdü gözleri
Kınalı ellerinde rüzgar geçerdi daim
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına
Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişi
Niceden niceden.

Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu
Nazar mı değdi göklerden ne?
Dah etti, yok, dahha dedi, gitmez
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur
Nasıl dururdu Mustafa Kemal'in kağnısı
Kahroldu Elifçik düşünceden düşünceden.

Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş
Sür beni, öldür beni, koma yollarda beni
Geçer götürür ana, çocuk mermisini askerciğin
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım
Bak hele üzerimdem ses seda uzaklaşır
Düşerim gerilere, iyceden iyceden.

Kocabaş yığıldı çamura
Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar
Örtüldü gözleri örtüldü hep
Kalır mı Mustafa Kemal'in kağnısı bacım
Kocabaş'ın yerine koştu kendini Elifçik
Yürüdü düşman üstüne yüceden yüceden...
Fazıl Hüsnü Dağlarca


Antepli Şahin

Ben Antepliyim, Şahin’im ağam.
Mavzer omzuma yük.
Ben yumruklarımla dövüşeceğim.
Yumruklarım memleket kadar büyük.

Hey, hey!
Yine de hey hey!
Kaytan bıyıklarım, delişmen çağım
Düşman kurşunlarına inat köprü başında
Memleket türküleri çağıracağım.

Bu dağlarda biz yaşarız,bu dağlar bizim dağımız.
Namusumuz temiz, bayrağımız hür
Analarımız, karımız, kızımız, kısrağımız
Burada erkekçe dövüşür

Bir bayrak dalgalanır Antep kalesi üstünde
Alı kanımdaki al, akı alnımdaki ak
Bayraklar içinde en güzel bayrak
Düşüncem senden yanadır

Hep senden yanadır çektiğim kahır
Bu senin ülkende, senin gölgende
Düşmesin kara kalpaklar, kirlenmesin duvaklar
Korkum yok ölümden kâfirden yana
Alacaksa alsın beni şafaklar.

Hey, hey!
Yine de ey hey!
Al bayraklar altında kara bir kartal gibi
Yaşamak ne güzel şey.

Bir sır var bu mavzerde, attığım gitmez boşa
Çıkmış bir eski savaştan
Türk ün bir karış toprak parçası için
Destanlar yazacağız yeni baştan.

Yıktım toprağın üstüne bir sarı kurşunla birini
Çıktı karşıma biri,
Çıktıkça çektim tetiği Bismillâhlarla beraber
Vurdum alnından kâfiri.

Bu kaçıncı kurşundur, bu kaçıncı bismillâh
Bu kaçıncı ölüdür?
Bir türkü söylenir siperlerde her sabah
Vurun Antepliler namus günüdür!

Ben Antepliyim Şahin’im ağam
Mavzer omzuma yük
Ben yumruklarımla dövüşeceğim
Yumruklarım memleket kadar büyük
Yavuz Bülent Bakiler

28 Mart sabahına kadar düşmana aman vermeyen Şahin Bey, durumun gittikçe kritik hal almasından sonra kendisine geri çekilmeyi tavsiye edenlere şöyle diyordu: "Düşman buradan geçerse ben Ayıntab'a ne yüzle dönerim, düşman ancak benim vücudum üzerinden geçebilir."
28 Mart 1920'de şehit olan Şahin Bey'in ağzından dökülen son söz şu olmuştur. "Allah'ım vatanımı kurtar, alçak düşman! Gel sen de süngüle" Şahin Bey'in şehadet haberi şehre gelince yanık bağırlardan şu mısralar dökülmüştür:

Şahin'i sorarsan otuz yaşında,
Süngüyle delindi köprü başında.
Çeteler toplanmış ağlar başında.
Uyan şahin uyan gör neler oldu.
Sevgili Ayıntab'a Fransız doldu
.


Şahin Bey, istiklal meş'alesini tutuşturmuş, onbinlerce Şahinler, tutuşturulan bu meş'aleyi söndürmemek için vargüçleriyle vuruşmaya koşmuşlardır. Şahin Bey'in 11 yaşındaki oğlu Hayri de gönüllü olarak savaşa katılmış ve bütün çatışmalarda yer almıştır.

Şair o yıllarda Ayıntaplılara şöyle seslenmektedir:

"
Düşünme arkadaş, Allah büyüktür,
Alamaz bir tek taş Allah büyüktür,
Sen çalış ve uğraş Allah büyüktür.
Sönmesin İslâmın parlak yıldızı..."





Zafer Türküsü

Yaşamaz ölümü göze almayan
Zafer, göz yummadan koşar da gider.
Bayrağa kanının alı çalmayan
Gözyaşı boşana boşana gider!

Kazanmak istersen sen de zaferi
Gürleyen sesinle doldur gökleri
Zafer dedikleri kahraman peri
Susandan kaçar da coşana gider.

Bu yolda herkes bir ey delikanlı
Diriler şerefli ölüler şanlı
Yurt için döğüşen başı dumanlı
Her zaman bu şandan, o şana gider.
Faruk Nafiz Çamlıbel


Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor

Şehitler tepesi boş değil,
Biri var, bekliyor..
Ve bir göğüs nefes almak için
Rüzgâr bekliyor.

Türbesi yakışmış bir kutlu tepeye,
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş
Meçhul Asker diye?

Destanını yapmış, kasideye kanmış...
Bir el ahretten uzanmış,
Edeple gelip birer birer
Öpsün diye faniler.

Öpelim temizse dudaklarımız...
Fakat basmasın toprağına
Temiz değilse ayaklarımız.

Rüzgarını kesmesin gövdeler...
Sesinden yüksek çıkmasın
Nutuklar, kasideler!

Geri gitsin alkışlar, geri...
Geri gitsin ellerin
Yapma çiçekleri!

Ona oğullardan, analardan
Dilekler yeter...
Yazın sarı, kışın beyaz
Çiçekler yeter.

Söyledi söyliyenler demin...
Gelin süngülü yiğit, alkışlasınlar,
Şimdi sen söyle, söz senin!

Şehitler tepesi boş değil,
Toprağını kahramanlar bekliyor...
Ve bir bayrak dalgalanmak için
Rüzgâr bekliyor.

Destanı öksüz, sükûtu derin
Meçhul Askerin...
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;

Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli...
Kim demiş Meçhul Asker diye....
Arif Nihat Asya


Kalk Yiğitim!

Kalk yiğitim, yine dağbaşını duman aldı...
Parçalandı bir kıtanın toprakları,
Aslan payını aslan olmayan aldı...
Kalk yiğitim, yine dağbaşını duman aldı.

Tulgalı, tulgasız başlar alayı...
Kanadlı, kanadsız kuşlar...
Aşılmamış dağlar, çıkılmamıs yokuşlar...

Dağları, tasları akar sulariyle
Şu tanıdık toprakta
Bir büyük dünya parçası
Fatihini aramakta.

Dünyayı ahretten ayıran
Duvarları yık da gel,
Ay doğar gibi, gün doğar gibi
Şu kıpkızıl ufuktan çık da gel!

Kalk yiğitim, yine dağ başını duman aldı.
Parçalandı bir kıtanın toprakları;
Aslan payını aslan olmıyan aldı...
Kalk yiğitim, yine dağbaşını duman aldı.
Arif Nihat Asya



Bayrak

Ey,mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği,şehidimin son örtüsü !
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver !
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar.
Yurda ay yıldızın ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün.
Kızıllığında ısındık,
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün.
Gölgene sığındık.

Ey, şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalan;
Barışın güvercini, savaşın kartalı...
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yer yüzünde yer beğen,
Nereye dikilmek istersen,
Söyle , seni oraya dikeyim!...
Arif Nihat Asya

Elif Taşpınar tarafından hazırlanmış youtube'deki Arif Nihat Asya'nın Bayrak şiirini
izleyebilirsiniz.
Allah dün ve bügün Toprağa düşmüş Şehitlerimizden razı olsun
Rabbim sen bu milleti güçlü kıl, yardımını esirgeme bizden


Fetih Marşı

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın ?
Fatihin İstanbul'u fethettiği yaştasın.!

Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden....
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...

Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın...
Fatihin İstanbul'u fethettiği yaştasın.!

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini...
Göster : Kabaran sular nasıl yıkar bendini ?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatihin İstanbul'u fethettiği yaştasın.!

Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleymandır.
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinandır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!

Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.!

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan !
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan ....

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatihin İstanbul'u fethettiği yaştasın.!

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin !
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...

Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın ?
Fatihin İstanbul'u fethettiği yaştasın.!
Arif Nihat Asya

Malazgirt Marşı

Aylardan Ağustos, günlerden Cuma,
Gün doğmadan evvel iklim-i Rum'a
Bozkurtlar ordusu geçti hücuma;

Yeni bir şevk ile gürledi gökler...
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber !

Önde yalın kılıç Türkmen başbuğu,
Ardından Oğuz 'un elli bin tuğu
Andırır Altay'dan kopan bir çığı

Budur Peygamber'in övdüğü Türkler
Ya Allah...Bismillah...Allahuekber!

Türk, Ulu Tanrı'nın soylu gözdesi
Malazgirt, Bizans'ın Türk'e secdesi
Bu ses insanlığa Hakk'ın müjdesi

Bu sesle irkilir çarpan yürekler...
Ya Allah...Bismillah...Allahuekber!

Nağramızdır bugün gök gürültüsü
Kanımızdır bügün yerin örtüsü
Gazi atlarının nal pırıltısı

Kılıçlarımızdır çakan şimşekler
Ya Allah...Bismillah...Allahuekber!

Yiğitler kan döker bayrak solmaya
Anadolu başlar vatan olmaya
Kızılelma'ya hey! Kızılelma'ya

En güzel marşını vurmadan mehter
Ya Allah..Bismillah...Allahuekber!
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu


Kanije Destanı

|
Kanije Zaferi (Kanije Savunması, Kanije Müdafaası)
Türklerin Avusturyalılara karşı Kanije'de yaptığı savunma (1601)


Türk Tarihinin en büyük destanlarından biri Kanije Kalesinde yazılmıştır. Sayı olarak çok az bir birliğin düşman karşısında dimdik ayakta duruşu, İnancı, yiğitliği,kahramanlığı, Yüce Yaradanımıza şükürler olsun ki o hep yanımızda olmuştur. Onun yardımı olmazsa böyle bir zafer nasıl kazanılabilirdi. Tıpkı daha sonra Allah'ın yardımıyla yazdığımız Çanakkale destanı, Kurtuluş Savaşı destanı gibi nice Destanlar yazdık.


1600 yılında Kanije Kalesi fethedilerek, beylerbeylik hâline getirildi ve idâresi
Tiryaki Hasan Paşa'ya verildi. Ertesi sene Avusturya Arşidükü Ferdinand 50.000 kişilik kuvvet, 42 büyük topla Kanije önüne gelerek kaleyi kuşattı. Orduda, başta Avusturya ve Almanlar olmak üzere İtalya, İspanya, Papalık ile gönüllü Fransız ve Macar birlikleri bulunmaktaydı. Kaledeyse, sadece 5000 civarında mücahid vardı.

9 Eylül günü kaleyi bombalamaya başlayan müttefikler, günde ortalama 1500 gülle atıyorlardı. Açılan gedikler, geceleri binbir müşkülatla, mümkün mertebe kapatılıyordu. Hasan Paşa, Vezir-i âzama haber göndererek yardım talep ettiyse de bir netice elde edemedi. Ancak, Paşa bu durumu askere sezdirmedi. Düşman kaleye girebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu. Nehir üzerine köprü kurdularsa da, Hasan Paşa, geceleyin bu köprüyü yaktırdı. İkinci köprülerini de çengellerle içeri çektirdiğinden, üzerindekiler nehre atlayıp boğuldular. Hasan Paşa, kale sınırlarına yaklaşan düşmana yalnız tüfek atışı yaptırıyordu.

Müttefik kuvvetler, Türklerde top veya cephane olmadığı hissine kapılmıştı. Bu sebeple, kaleye toplu bir hücuma kalktıkları anda, yüz topa birden ateş emrini veren Hasan Paşa, düşmana büyük zayiat verdirdi. Aldığı esirlereyse içi kum dolu, fakat üstü un ve barutla örtülü çuvalları göstererek, düşmanın iaşe ve cephaneyi bitirmek ümidini kırmıştı. Ancak Belgrad’ın düşman eline geçmesinden sonra, Arşidük Matyas da kuvvetleriyle gelip Kanije’yi muhasara edenlere katıldı. Ertesi gün ise, taze kuvvetlerle yeniden hücuma geçildi. Hasan Paşanın başını getirene, kırk köy vaad ediliyordu. Şiddetli ve korkunç hücumlar, Hasan Paşanın tedbir ve direktifleri sayesinde bertaraf ediliyordu.

Müttefik kuvvetler, nihayet, 18 000 ölü vererek hücumdan vazgeçti. Papanın kardeşi yaralanıp, kahrından öldü. Bu kadar kuvvetli düşmanın, bir avuç mücahide bir şey yapamaması, askerin maneviyatını artırdı. Arşidük, ne pahasına olursa olsun kaleyi almak niyetindeydi. Bu sebeple, kış bastırdığı halde, askeri barındıracak siperler ve yeraltı mevzileri yaptı. Muhtelif hücumlarla kaleyi delik deşik etmesine rağmen burayı alamıyordu. Kalede 4000 kişi kalmıştı. Açıkta ve çadırda kalan düşman askerlerinin morallerinin bozulduğu bir sırada Hasan Paşa, 3000 kişilik kuvvetle kaleden dışarı çıkıp düşmana hücum etti. Aynı zamanda, kaledeki toplara da hep birden ateş ettirerek düşman ordugâhını alt-üst etti. Birbirine giren düşman kuvvetleri, her şeyi bırakıp kaçmaya başladılar. Düşmandan 45 top, 14 000 tüfek, 50 otağ ve 10 000 çadırın yanında Ferdinand’ın otağı, tahtı, altın ve gümüş eşyaları, arabaları Hasan Paşanın eline geçti. Bozgundan kaçanlar, Arşidük’ün etrafında yeniden toplandılarsa da, Hasan Paşa, düşmandan ele geçirdiği topları bunların üzerine çevirerek perişan etti.

Tiryaki Hasan Paşa, düşman karargâhının tamamının temizlendiğini haber alınca, Arşidük’ün otağına doğru gitti. Otağın içersinde etrafı altın ve gümüş parmaklıklı, başları mücevherli ve direklerinin başı elmaslı bir taht vardı.

Tahtın iki yanında sırma saçaklı on iki koltuk bulunuyordu. Tahtın önünde, dört metre uzunluğunda süslü yemek masası duruyordu. Bunları gören Hasan Paşa, "Cenâb-ı Hakk’a şükrâne olarak iki rekat namaz kıldı ve duâ edip ağladı. Bu zaferin Allahü teâlânın inâyeti ve Peygamber efendimizin mûcizâtı eseri" olduğunu söyleyerek tahta oturdu. Diğer beyler de koltuklara oturdular. Hasan Paşa, bu büyük muzafferiyeti dört temel esasla kazandıklarını söyledi. Bu esaslar sabır, sebat, birlikte hareket ve kumandana itaatti. Bu şekilde harekete devam ederlerse Allahü teâlânın kendilerine daha nice zaferler vereceğini söyleyerek emrindekilere nasihat etti.

Üç ay sürmüş olan Kanije Muhasarasından sonra Hasan Paşa, elde ettiği ganimeti, ancak iki ayda kaleye nakledebildi. Muhasara esnasında hizmeti görülen beylere ve kumandanlara hediyeler dağıtarak rütbelerini yükseltti.

Sultan Üçüncü Mehmed Han (1596-1603), Avusturya ve müttefiklerinin bozgunuyla neticelenen bu zafer haberine çok sevindi. İstanbul’da şenlikler yapılmasını emretti. Tiryâki Hasan Paşaya vezir rütbesi verilip, haslar, murassa kılıç, muhteşem şekilde donatılmış üç hilâlli sancak ve bir de hatt-ı hümâyun gönderdi.

Padişah, hatt-ı hümâyununda Hasan Paşayı; “Berhudar olasın, sana vezâret verdim ve seninle mahsur olan asker kullarım ki, mânen oğullarımdır, yüzleri ak ola. Makbûl-i hümâyunum olmuştur. Cümleyi Hak teâlâ hazretlerine ısmarladım” diyerek medhü senâ ediyordu.

Padişahın fermanını okuyan Hasan Paşa, ağladı. Sebebini soranlara: “Kanije Müdafaası gibi küçük hizmetlere de vezirlik verilmeye, pâdişâh mektubu yazılmaya başlandı. Bizim gençliğimizde, böyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez, Pâdişâh mektubu yazılmazdı. Biz ne idik, neye kaldık diye ağlıyorum” cevabını verdi.


Kanije Destanı adlı Diyanet vakıfları yayınlarından çıkan kitabı okumak isterseniz

Yedi Mehmetler Mangası

| Cuma, Mart 7
Kendisi başlı başına bir destan olan Çanakkale Şavaşı ile ilgili olarak aşağıda Yedi Mehmetler Mangası olarak anılan kahramanlarımızla ilgili bir anıyı sizlerle paylaşmak istiyorum yazının sonunda yer alan çocuktur deyip geçemeğeceğimiz üzücü olaya dikkat ediniz. Tarihimizi kimliğimizi ve terbiyeyi bilmeden yeni nesiller yetişiyor eyvah ki eyvah


“Ben, Kastamonu’nun Kırkçeşme Mahallesi’nden Mehmet PEHLİVANOĞLU. Yedi ceddimiz pehlivan olduğu için soyadımız Pehlivanoğlu olmuş.

Çanakkale’de bir 57’nci alay vardı. Öyle bir Alay, yedi düvelde yoktu. Bizim Mangaya “Yedi Mehmetler Mangası” derlerdi. Manga kumandanımız Balıkesirli Mehmet Çavuş. Neferler, Maraşlı Uzun Mehmet, Tokatlı Kara Mehmet, Karamanlı Deli Mehmet, Bergamalı Efe Mehmet, Vakfıkebirli Taka Mehmet, Yozgatlı Pala Mehmet ve ben Kastamonulu Pehlivan Mehmet. Yaşımı sorarsan, ister 95 say, ister 100 say.

Hey gidi hey… Ne manga idi o manga. Süngüye kalktık mı, dağ yürüyor sanırdı İngiliz gâvuru. Congbayırı’nın dili olsa da söylese. O alay gibi alay gelmemiştir. O manga gibi manga olmamıştır. Her biri aslan yavrusu. Boşa kurşun atmadık, boşa süngü sallamadık.

Bir gün mütareke var dediler. Ateş kestik bir günlüğüne. Ölüler yaralılar toplanacakmış. Doğrulduk siperlerden. Biz şehitlerimizi, yaralılarımızı topluyoruz: İngiliz gâvuru kendi ölüsünü, yaralısını alıp götürüyor. Birbirimize şeker, cigara filan veriyoruz. Sanki, dört aydır cenk eden biz değiliz. Bir İngiliz zabiti geldi yanımıza. Cebinden bir şerit metre çıkardı. Fan fin fon bir şeyler diyor. Ben de mel mel bakıyorum ne der ki diye. Ayak ucumdan tepeme kadar boyumu ölçermiş meğer. Babam rahmetlik pehlivandı. Onun babası da pehlivanmış; dedemin babası da pehlivan. Düğünde bayramda güreşe soyunurdum. Şimdi ufaldığımıza bakma sen. O zaman, bende bir boy var, selvi kavağı gibi. Saraçlar çarşısındaki Mümin Usta kispet uyduramıyor bacağıma.

“Yedi Mehmetler Mangası” dedim ya. Yedimizin de boyu uzun. Ne postal uyar ayağımıza, ne urba uyar sırtımıza. Siperlere sığmıyoruz. Nâmımız almış yürümüş. İngiliz zabiti, onun için ölçememiş boyumu. Mustafa Kemal, Fırka Kumandanımız. Geldi bir gün siperde dolaşıyor; hal hatır soruyor. Her birimize uzun uzun baktı. Sırtımızı sıvazladı. “Allah, nazardan esirgesin, Mehmet dediğin böyle olur işte” dedi.

Bir gün, süngü hücumuna kalkacağız. Helâlleşiyoruz birbirimizle. İçimde bir yanma var; sorma gitsin. Derken, bir patlama oldu; yer gök sarsıldı; dağ yıkıldı üstümüze. Kâfir, toprağın altında lâğım patlatmış. Yedi Mehmetler Mangası, toprağın altında kaldık. Bir kalas parçasının altından beni çıkardılar yarı ölü, yarı diri vaziyette. Hastanede bacağımın birini kestiler. Ondan sonra, adımız Topal Mehmet Pehlivan’a çıktı. Yanarım, o Yedi Mehmetler Mangası’na. Gidip görmedim ya; şimdi bir taş dikmişler Conkbayırı’nın oralara. “Mehmet Çavuş Anıtı” derlermiş. Gidip görsem oraları yüz yaşıma daha girerdim. Ben kim, oralara gitmek kim? Ninen öleli 10 yıl oluyor. O sağken, birbirimizi omuzluyor, iki lâf edip rahatlıyorduk hiç değilse. Ninen öleli Azrail Aleyhisselâmın yolunu gözler oldum.

Geçenlerde, Cuma Namazına gideyim diye çıktım evden. Uzun Sokak’ın başında mahallenin çocukları kaydırak oynuyorlarmış. Ben, tahta bacağımı sürüye sürüye geçerken başladılar zevklenip benimle gırgır geçmeğe:

“Topalım topalım seki sekiver,
Tarlaya tohumu eki ekiver…”


Utandım, üzüldüm, yerin dibine geçtim. Ben, o bacağımı Kayaaltı’nda hovardalık yaparken yitirmedim ki a efendi oğlum. Öyle ya veledler ne bilsin Çanakkale’yi, Conkbayırı’nı? O gün bu gündür, evden dışarı çıkmaz oldum. Çıkayım da çoluk çocuğun eğlencesi mi olayım?

Camın önünde oturur; biri gelsin de iki lâf edelim diye yol gözlerim.”

Çanakkale Gazisi Mehmet Pehlivanoğlu’nun Fazıl Bayraktar Paşa’mıza anlattığı bu hatıradan her halde çıkarmamız gereken çok ders olmalı…


alıntı: Çanakkale ile ilgili bir çok bilgiye bu sitelerden ulaşabilirsiniz

DUR YOLCU http://www.duryolcu.com/
bİR DESTANDIR ÇANAKKALE http://www.canakkalezaferi.com/
18 MART ÜNİVERSİTESİ ÇANAKKALE ŞAVAŞLARI http://canakkalesavaslari.comu.edu.tr/
http://www.canakkale.gen.tr/

ÇANAKKALE VALİLİK SİTESİ http://www.canakkale.gov.tr/
ÇANAKKALE BELEDİYESİ SİTESİ http://www.canakkale.bel.tr/

bir zamanlar en çok takip ettiğim ama şimdi görüntülenmeyen (belki site kaldırılmıştır) çanakkale üzerine araştırmaların olduğu değerli bir site olan gallipoli1915 burada yazmadan geçemeyeceğim (belki benim tarayıcımda sorun olmuştur İE de bazen olur böyle şeyler)
http://www.gallipoli1915.org/

Çanakkale ile ilgili kitapları satın alabileceğiniz
Türkiye Çanakkale Okuyor.

Düzgün Baba (ŞAH HAYDAR)

| Çarşamba, Mart 5
Tunceli'nin Nazımiye ilçesi sınırları içinde yaşamış ve günümüzde ziyaret yeri haline gelmiş Düzgün Baba'nın efsanesi şöyledir

Şah Haydar, Bostanlı köyü Zeve mezrası yakınlarındaki Zergovit Tepesi'nde yaptığı evinde, hayvanlarım otlatıp onlarla ilgilenmektedir. Yaz-kış hayvanlarım en iyi şekilde beslemektedir. Özellikle kışın en çetin günlerinde bile hayvanlar besili olmaktadır. Bu durum babası Kureyş'in dikkatini çeker ve "Hele bir bahayım, kışın ortasında hayvanlara ne yediriyor?" diyerek, hayvanların bulunduğu yere gelir. Bu sırada Şah Haydar, elindeki çubuğunu kuru meşe ağaçlarına dokundurmaktadır. Çubuğun değdiği her ağaç yeşermekte ve hayvanlar da bu taze yaprak ve sürgünleri yemektedir.

Kureyş Baba, sessizce geri dönmek ister. Ancak, o sırada bir keçi aksırmaya başlar. Şah Haydar ise keçiye dönerek, "Ne oldu? Babam Derviş Kureyş'i mi (Mahmud'u mu) gördün ki bu kadar hapşırırsın?" der ve arkasına baktığında,kendisine görünmeden gitmeye çalışan babasını görür. Babasına ismi (ve lakabı) ile hitap ettiği için çok utanır ve mahcubiyetinden dolayı Düzgünbaba Dağı denilen tepeye çıkar.
Rivayet olunur ki; Şah Haydar, babasına ismen hitap ettiği için kaçtığı zaman, ayağında kışın karda giyilen hedik veya lekan varmış. Bu hediklerle Zergovit Tepesi'nden Düzgünbaba Tepesi'ne kadar (takriben beş kilometre) üç adım atmış ve bastığı her yerde hedikler tasa iz bırakmış olup, bu izler hala durmaktadır. İki tanesi (bazılarına göre atma ait olanları), (40 gün süreyle) çile doldurmak için yaşamaya başladığı "Çele" ismi verilen mağaranın içindedir.

Burada yaşamaya başlayan Şah Haydar'ın bir iki gündür eve gelmemesinden şüphelenen annesi, durumu babasına bildirir. Kureyş Baba, müritlerinden bazılarım onu aramaya ve durumunu öğrenmeye gönderir. Müritler, onu 2100 metre yükseklikteki bu tepede bir mağarada bulurlar ve durumunun iyi olduğunu öğrendikten sonra tekrar Zeve'ye dönerler. Babasına "Durumu düzgündü, merak edilecek bir şey yok.Selam ve hürmet eder, ellerinizden öper."derler. Bu "durumu düzgündü" sözü dilden dile dolaşır ve asıl adı Şah Haydar olan bu zata, artık bir süre sonra Düzgün Baba olarak bir isim atfedilir. O günden bu güne Düzgün Baba olarak söylene gelir.



Düzgün Baba ziyaret yeri ve kimler tarafından ziyaret edildiği ve bu konuda yapılan diğer araştırmalar için Nazımiye Belediyesi 'nin wep sayfasına bakınız

Erzurum'un Ilıca Söğütlü Köyü'ndeki Balıklı Gölün Efsanesi

|
Erzurum Ilıca ilçesinin güneyinde ilçeye 5-6 km uzaklıkta ki Söğütlü Köy’ünde Balıklı bir göl vardır. Bu Balıklı gölle ilgili olarak şu söylence anlatılmaktadır.

Bir gün, köyden bir adam bu gölde tuttuğu balıkları eve getirir ve karısına balıkları kızartmasını söyler. Kadın balıkları tavaya koyar ve kızarmaya başladığında ise kızaran balıklar tavadan birden kaybolur. Adam ve karısı gördükleri durum karşısında hayrete düşerler ve kendilerini korkudan dışarıya atarlar ve göle kadar giderler.

Gölde Kızartmaya çalıştıkları balıkları sırtları kızarık şekilde yüzerken görürler. O günden sonra halk bu balıkları kutsal sayar ve hiç kimse bu gölden balık tutmaz. Günümüzde de Göldeki balıkların her birinin muhtelif yerlerinde yanığa benzer izler bulunmaktadır. Halk bunun tavadaki kızarıklıktan ileri geldiğini söyler.
Bu balıkları ise
Anadolu’nun fethi sırasında bu gölde su içerken arkalarından vurularak şehit olan ve Allah tarafından balık olarak bu gölde bırakılan Türk Akıncıları olduklarına inanmaktadırlar.

Tortum Gölü ve Tortum Şelalesinin Efsanesi

|
Erzurum'un Tortum ilçesindeki Tortum Gölü ile ilgili bir efsane

Tortuma bağlı Uzundere Hars (Uludağ) köyünden bir çoban sürüsünü otlatırken, kulağına gaipten bir ses gelir...

- Geliremmmmmm

Çoban şaşırır, sağına soluna bakar,fakat hiç kimseyi göremez. Kendi kendine vehimlendiğini sanır. Akşama kadar bekler ve köyüne döner. Çoban ertesi gün yine aynı yerde aynı sesi bir kere daha işitir. Yine kimsecikler yoktur. Bu hadise üçüncü günde aynen tekrarlanınca çoban köyün büyüklerine yaşadıklarını anlatır. İçlerinden gün görmüş olan bir yaşlı köylü çobana derki:

- Evladım, yarın da aynı sesi yine işitirsen, "Gel bakalım ne yapacaksın!" de bakalım ne olacak

Dördüncü gün çoban ihtiyar köylünün dediğini yapar. Sesi işitir işitmez başlar bağırmaya

-“ Gel bakalım gel bakalım ne yapacaksın

Çoban bu sözleri söyler söylemez eteklerinde sürüsünü otardığı dağın yarısı kopar ve aşağıdan akmakta olan Tortum Çayının önünü kapatır. Böylece bir tarafta göl diğer tarafta da kayalardan taşan su Tortum Şelalesini meydana getirir.

kaynak site