Geçmişden Günümüze Gelen Efsaneler, Destanlar, Söylenceler, Mitoloji, Hikayeler, Masallar , Türk folklorik motifler, şehirlerin efsaneleri,öyküleri

Üç Kardeşler Hikayesi

| Salı, Eylül 23
Zamanın birinde bir baba ile üç oğlu varmış. Gel zaman git zaman, baba ölünce oğulları babalarından kalan malları bölüşmüşler. Büyük ile ortanca oğlan, küçük kardeşleri İdris'e otuz koyunun sadece beşini vermişler. İdris bu duruma çok içerlemiş ve ağabeylerinden intikam almaya ant içmiş. Kendi payına düşen koyunları almış İdris ertesi sabah, sahipsiz bir koyun sürüsü görmüş ve sevinmiş. Koyunları alarak köyüne gitmiş.

Kardeşleri koyun sürüsünü görünce, şaşırmış ve "Bu kadar koyunu nereden buldun diye sormuşlar,

İdris de "Koyunlarımı karşı dağa götürdüm, sabah kalktığımda baktım ki bu kadar olmuşlar, siz de götürün, sizinki de çoğalsın" demiş.

İki kardeş koyunlarını aldıkları gibi dağa çıkmışlar ve gece sürünün yanında uyumuşlar. Sabah olunca ne görmüşler: Bütün sürüyü kurtlar yemiş! Bir teki dahi sağ kalmamış. Büyük kinle köye inip Idris'in evini yakmışlar. İdris büyük bir üzüntü içinde evinin yanışını seyretmiş. Ev tümüyle yanıp kül olunca külleri torbalara doldurmuş, karısını da yanına alarak köyü terk etmiş. yollara düşmüş, bir paşanın konağına varmış. Paşanın adamları torbaların içinde ne olduğunu merak edip sormuşlar. İdris de, "İran Şahı'nın bizim padişaha gönderdiği hazinedir." demiş. Adamlar buna inanmamışlar. "Hazine tek kişi ile yola çıkarılır mı?" diye sormuşlar. İdris de, "Kimsenin dikkatini çekmesin diye benimle gönderdi" demiş.

İdris, adamların niyetlerinin kötü olduğunu anlamış ve gece torbaların içindeki külleri boşaltarak yerine küçük taş parçaları ve madeni eşyalar doldurmuş. Karısıyla birlikte yatıp uyumuşlar. Gecenin bir vaktinde paşanın adamları gizlice yaklaşarak getirdikleri bir miktar altını İdris'in başucuna bırakarak çuvalları alıp gitmişler. Bunları gören İdris, hemen karısını uyandırmış, altınları aldığı gibi kaçarak köyüne dönmüş.

Kardeşleri İdris'in bu zenginliğini görünce şaşırmış ve sormuşlar "Bu kadar altını nereden buldun? Bize de söyle!" İdris de, "Ben yaktığınız evimin kömürlerini toplayıp paşa konağına götürdüm. Orada, kömür alan var mı, diye sordum. Bana altın verip kömürleri aldılar, demiş.

Bunu duyan ağabeyleri hemen evlerini yakmış ve çıkan kömürleri çuvallara doldurdukları gibi yola koyulmuşlar. Paşanın adamları bunları görünce temiz bir dayak atarak şehrin dışına atmışlar.

İki kardeş oturup, İdris'ten nasıl bir intikam alacaklarını düşünüp planlamışlar. Köye dönünce, İdris'i öldürmeye kıyamamış, ama bir torbaya koyarak dağlarda kuşlara yem olması için bir ağaca asmışlar ve köylerine dönmüşler.

İdris birinin asıldığı ağacın yanından geçtiğini fark edince, "Ben muhtar olmak istemiyorum" diye bağırmaya başlamış.

Adam şaşırarak yanına gelmiş ve sormuş; "Ne diye bağırıyorsun, seni buraya kim astı?"

İdris, "Bana muhtar ol, dediler, ben de kabul etmedim. Beni soyarak buraya astılar. Akşama kadar kabul etmezsem elbiselerimi vermeyecekler” demiş.

Yabancı, "Ben muhtar olabilirim" demiş.
İdris de “Tabii olabilirsin, sen elbiselerini bana ver ve bu torbanın içine gir. Akşam gelip seni alıp muhtar yaparlar" demiş.

Yabancı bu öneriyi kabul ederek elbiselerini çıkartıp İdris'e,verdikten sonra çuvalın içine girmiş. İdris, adamın atını ve kırbacını alarak köye gitmiş. Kardeşleri, İdris'i bu halde görünce şaşırmışlar,

"Nereden buldun bunları?" demişler. "Beni astığınız yere bir kervan geldi. Çok zengindiler. Yükleri de çok olduğu için dağıtacak adam arıyorlardı. Gidin size de versinler" demiş.

İki kardeş hemen dağa doğru koşmuşlar. Bu arada, çuvalın içindeki adam kendisini kurtarmış ve bir ağacın altına oturmuş. İki adamın geldiğini gören adam eline geçirdiği kalın bir sopayı alarak gizlenmiş.

Kardeşler aralarında, "İdris bizi yine kandırdı, burada kervan falan yok, onu öldürelim" demişler. Gizlenen adam da sanmış ki, kendisini öldürecekler. Gizlendiği yerden aniden fırlayarak iki kardeşi oracıkta öldürmüş. Böylece İdris iki kardeşinden kurtulmuş.

Alp Er Tunga Destanı

|
ALP ER Tunga DESTANI


İran padişahı "Minûçehr"in ölümünü haber alan Turan padişahı Peşeng, İran aleyhine savaş açmak için Türk ulularını topladı:
"İranlılar'ın bize yaptıklarını biliyorsunuz. Türkün öç alma zamanı gelmiştir" dedi. Oğlu "Alp Er Tunga"nın içinde öç duygularıyla kaynadı. Babasına:
"Ben arslanlarla çarpışabilecek kişiyim. İran'dan öç almalıyım" dedi.Boyu servi gibi,göğsü ve kolları arslan gibi idi.Fil kadar güçlü idi.Dili yırtıcı kılıç gibi idi.

Savaş hazırlıkları yapılırken Türk padişahının öteki oğlu "Alp Arız" saraya gelip babasına: "Baba! Sen Türkler'in en büyüğüsün. Minûçer öldü ama İran ordusunun büyük kahramanları var. İsyan etmeyelim. Edersek ülkemiz yıkılıp gider" dedi.Peşeng, oğluna şöyle cevap verdi:"Alp Er Tunga avda arslan, savaşta savaş filidir. Bahadır bir timsahtır. Atalarının öcünü almalıdır. Sen onunla birlik ol. Ovalarda otlar yeşerince ordunuzu "Amul"a yürütün.İran'ı atlarınıza çiğnetin.Suları kana boyayın."

Baharda Türk ordusu alp Er Tunga'nın buyruğunda İran üzerine yürüdü. Dehistan'a geldi.İki ordu karşılaştı. Türk kahramanlarından Barman İranlılar'a doğru ilerleyip er diledi. İran kumandanı ordusuna baktı.Gençlerden kimse kıyışamadı.Yalnız kumandanın kardeşi Kubâd atıldı. Fakat yaşlıydı.Kardeşi ona dedi ki:

"Barman genç,arslan yürekli bir atlıdır. Boyu güneşe kadar uzanmıştır. Sen yaşlısın. Kan, ak saçlarını kızartırsa yiğitlerimiz ürker". Fakat Kubâd dinlemedi: "İnsan av, ölüm onun avcısıdır" diyerek savaşa çıktı. Barman ona: "Başını bana veriyorsun. Biraz daha bekleseydin daha iyiydi. Çünkü zaten senin hayatına kasdetmiştir" dedi. Kubâd: "Ben zâten dünyadan payımı almış bulunuyorum" diye karşılık vererek atını saldırdı. Sabahtan akşama kadar uğraştılar.Sonunda Barman kargı ile Kubâd'ı devirerek zaferle Alp Er Tunga'nın yanına döndü. Bunu görünce İran ordusu ilerledi. İki ordu birbirine girdi. Cihanın görmediği bir savaş oldu. Alp Er Tunga üstün geldi. İranlılar dikiş tutturamayıp dağıldılar.İran padişahı iki oğlunu memlekete göndererek kadınları Zâve dağına yollattı.

Türk ve İran orduları iki gün dinlendikten sonra üçüncü gün Alp Er Tunga yeniden saldırdı. İran büyükleri ölü ve yaralı olarak savaş alanını doldurdular. Geceleyin İranlılar bozuldu. Bunu görünce İran padişahı ve başkumandanı Dehistan kalesine sığındılar. Alp Er Tunga kaleyi kuşattı. İran padişahı kaleyi bırakıp giderken ardına düşen Alp Er Tunga onu tutsak etti.

İran'a tâbi Kâbil ülkesinin pâdişahı olan kahraman Zâl İranlıların yardımına geldi. Büyük savaşlar yaparak Türk ordularını bozdu. Bundan öfkelenen Alp Er Tunga, tutsak bulunan İran pâdişahını kılıçla öldürdü. Öteki tutsakları da öldürecekti. Fakat kardeşi Alp Arız onu vazgeçirdi. Tutsakları 'Sarı'ya göndererek hapsettirdi. Kendisi de Dehistan'da 'Rey'e gelerek İran tacını giydi. İran ülkesinde padişah oldu.
Fakat Sarı'daki tutsakların kaçmasına sebep olduğu için kardeşi Alp Arız'ı öldürdü.

İran tahtına Zev geçtiği zaman iki ordu yine karşı karşıya gelip beş ay vuruştular. Ortalıkta kıtlık oldu. Sonunda insanlık bitmesin diye barış yaptılar. İran'ın şimal ülkeleri Turan'ın oldu.

Fakat Zev ölünce Alp Er Tunga yine İran'a saldırdı. Kardeşi Alp Arız'ı öldürdüğü için babası kendisine dargındı. Fakat yeni İran padişahı da ölüp İran tahtı yine boş kalınca Turan padişahı Peşeng, oğlu Alp Er Tunga'ya yine haber yolladı.

Ceyhun'u geçerek İran tahtına oturmasını bildirdi. İranlılar Türk ordusunun geleceğini duyunca korkup Zâl'e başvurdular Zâl artık kocadığını söyleyerek oğlu Rüstem'i yolladı. İki ordunun öncüleri arasındaki çarpışmada Rüstem Türkler'i yenerek Keykubâd'ı İran tahtına çıkardı.

Asıl orduların çarpışmasında ise Rüstem, Alp Er Tunga ile karşı karşıya geldi. Alp Er Tunga'yı yenecekken Türk bahadırları onu kurtardılar. Rüstem bir hamlede 1160 Türk kahramanı öldürdüğü için Türkler yenildiler. Ceyhun'u geçtiler. Alp Er Tunga babasının yanına döndü. Babasını barışa kandırdılar.Barış yaptılar.

İran tahtına Keykâvus geçtikten sonra Araplar isyân ettiler. Fakat galip gelen Keykâvus bir ziyafette sarhoş edilerek bağlandı. Bu haber İran'ı karmakarışık etti. Alp Er Tunga büyük bir orduyla Araplar'ın üzerine atılarak onları yendi. Türk ordusu İran'a yayılarak herkesi tutsak etmeye başladı. İranlılar yine Zâl'den yardım istediler. Zâl, Araplarda tutsak olan Keykâvus'u kurtarıp onların ordularını da kendi ordusuna kattıktan sonra Türkler'e yöneldi. Kanlı bir savaşta Turanlıların yarısı öldü. Alp Er Tunga yenilerek kaçtı.

Bir gün İran'ın yedi ünlü pehlivanı Rüstem'e Turan'a giderek Alp Er Tunga'nın avlağında avlanmayı teklif ettiler. Sirahs civarındaki bu avlağa gidip yedi gün kaldılar. Alp Er Tunga bunu duyunca ordusuyla geldi. Teke tek dövüşlerde Türk pehlivanları İranlılar'dan üstün geldilerse de işe Rüstem karışınca yedi pehlivan ile birlikte Türk ordusunu dağıttı. Hatta az kalsın Alp Er Tunga da tutsak oluyordu.

Keykâvus İran'da eğlenceler, aşk oyunları ile uğraşırken Alp Er Tunga Türk atlılarıyla ilerledi. Bu haber Keykâvus'a geldi. Oğlu Siyâvuş ile Rüstem'i Türkler'e karşı yolladı. Türk öncülerini yenerek Belh kalesini aldılar. Bu sırada kötü bir rüya görüp bunu tabir ettiren Alp Er Tunga, beğlerin fikrini de alarak İranlılar'la barış yaptı. Onlara rehineler verdi.

Buhara,S emerkand ve Çaç şehirlerini bırakıp "Gang" şehrine çekildi. Fakat bu barışı istemeyen Keykavus, Rüstem'e ve Siyâvuş'a kızıp kötü muamele ettiğinden Rüstem kendi ülkesine çekildi. Siyâvuş da Alp Er Tunga'ya sığındı. Türkler'in payıtahtı olan Gang şehrine kadar büyük saygı görerek geldi. Kendini çok sevdirdi. Hatta Türk kahramanlarından 'Piran'ın kızı ile ve biraz sonra da Alp Er Tunga'nın büyük kızı olan güzel 'Ferengis' ile evlendi. Pîran'ın kızından bir oğlu oldu.Adını Keyhusrev koydular.

Bir müddet sonra,Siyâvuş'u çekemeyenler Alp Er Tunga'ya aleyhinde sözler söylenerek aralarını açtılar. Siyâvuş öldürüldü. Bunun üzerine Rüstem yine ortaya çıktı. İlk çarpışmada Alp Er Tunga'nın oğlu 'Sarka'yı öldürdüler. Alp Er Tunga bunun öcünü almak için bizzat yürüdü.Fakat savaşı İranlılar kazanarak onu Çin denizine kadar kaçırdılar. Rüstem Turanlıları nerde bulduysa öldürüp altı yıl Turan'da kaldıktan sonra çekilip yurduna geldi.

Alp Er Tunga Turan'ın yakıldığını, Türkler'in öldürüldüğünü görünce kan ağladı. Öç almaya and içti. Ordu toplayarak İran'a girdi. Ekinleri yaktı. İran'a hakim oldu. Kıtlık çıkararak İranlılar yedi yıl açlıktan kırıldılar. Bunun önüne geçip İran'ı kurtarmak için Keyhusrev'e tahtı bıraktı. Keyhusrev, Alp Er Tunga'dan öç almak için ordusunu hazırladı.

Fakat bu ordu daha Alp Er Tunga ile karşılaşmadan bozuldu. Keyhusrev yine ordu yolladı. Türkler'den Bazur adında birisi büyü yaparak dağlara kar yağdırdı. İranlılar'ın elleri tutmaz oldu. Böylelikle İran ordusunu doğradılar. İranlılar yine Rüstem'i yolladılar. Harikulade savaşlardan sonra
Rüstem Türk ordusunu bozup Türk ordusunda bulunan Çin hakanını da tutsak etti.

Alp Er Tunga bu haberi alınca pek üzüldü. Uluları toplayıp danıştı. Bunlar:
"Ne yapalım! Çin, Saklap orduları bozulduysa, Turan ordusuna bir şey olmadı. Anamız bizi ölmek için doğurdu" dediler. Alp Er Tunga hazırlığa başladı. Oğlu 'Şide' onun maneviyatını yükseltti. Bu savaşa Turan ordusu tarafından, Çin dağlarında oturan "Püladvend" adında bir Çinli de ordusuyla iştirak etti. İran pehlivanlarını yendiyse de sonunda Rüstem'e yenildi. Bunun üzerine Turan ve İran orduları çarpıştı.

İranlılar kazandı. Alp Er Tunga kaçtı. Bundan sonra Keyhusrev dünyanın üçte ikisine hakim oldu. Bir gün sarayında şarap içerken Turan, sınırından İranlılar gelip Turanlılar'ın kendilerine zarar verdiğini söylediler. Keyhusrev bu işi halletmek için İran kahramanlarından 'Bijen' i gönderdi. Bijen sınırda ve Turan tarafındaki bir ormanda, yanındaki güzel kızlarla eğlenen 'Menîje'yi gördü. Menîje,Alp Er Tunga'nın kızıydı. Birbirlerini sevdiler. Menîje onu Turan'a, sarayına götürdü. Alp Er Tunga bunu duyunca çok öfkelendi. Bijen'i kuyuya hapsetti. Kızını da kovdu. İran padişahı genç kumandanının gelmediğini görünce yine Rüstem'i yolladı.

Rüstem tüccar kılığında Türk pâyitahtına kadar gitti. Bijen'i kurtardığı gibi Alp Er Tunga'nın da sarayını basarak onu kaçırdı, Menîje'yi İran'a gönderdi. Alp Er Tunga ise yeniden ordu yığarak yürüdü. İran ordusunun arkasında 'Bîsütun' dağı vardı. Yine Rüstem'in sayesinde İranlılar bu savaşı kazandılar.Alp Er Tunga, Karluk'a kadar kaçtı. Beğlerine dedi ki: "Ben dünyaya buyruğumu geçiriyordum.Minûçehr zamanında bile İran Turan'a denk olamamıştı. Fakat bugün İranlılar hayatımı sarayımda bile tehdit ediyorlar. İyi bir öç almayı düşünüyorum. Bin kere bin bir Türk ve Çin ordusuyla yürüyelim" Toplanmaya başladılar. Fakat bizzat Alp Er Tunga'nın iştirak etmediği ilk savaşı İranlılar kazandılar. İran padişahı Asıl Alp Er Tunga'yı yok etmek istiyordu. Yeniden her yandan ordular toplayarak ilerledi.

Alp Er Tunga bin kere bin ordusunun üçte ikisini toplamıştı. 'Beykend' şehrinde oturuyordu.Karargâhında pars derisinden çadırlar vardı. Kendisi altınlı ve mücevherli bir taht üzerinde idi.Karargâhın önünde birçok kahramanların bayrakları dikili idi.

İleriye gönderdiği ordunun bozulduğunu duyunca başı döndü. Öç almadan dönmemeye and içti. Oğlu 'Kara Han' a ordusunun yarısını vererek Buhâra'ya gönderdi.Oğullarından Şide (ki asıl adı Peşeng idi), Cehen, Afrâsiyab, Girdegîr ve oğlu İlâ'nın oğlu Güheylâ bu orduda idiler. Çigil, Taraz, Oğuz, Karluk ve Türkmenler çerisini teşkil ediyordu. İki ordu karşılaşınca ilk önce İran padişahı Keyhusrev'le Alp Er Tunga'nın oğlu Şide teke tek dövüştüler. Şide öldü. Alp Er Tunga duyunca saçlarını yoldu. Ertesi gün iki ordu akşama kadar savaşıp ayrıldılar.

Daha ertesi gün yine çarpışıldı. Alp Er Tunga kükremiş gibi saldırıyordu. İran'ın büyük pehlivanlarından birkaçını öldürdü. Keyhusrev'le Alp Er Tunga karşı karşıya geldiler. Fakat Turan pehlivanları onun İran padişahıyla dövüşmesini istemeyerek atının dizgininden tutup geri götürdüler. O gece Alp Er Tunga ordusunu alıp Ceyhun'un ötesine geçti.

Kara Han'ın ordusuyla birleşip Buhara'ya geldi. Biraz dinlendiler .Sonra pâyıtahtı olan Gang'a geldi.Bu şehir cennet gibiydi. Toprağı mis,tuğlaları altındı.Her yerden ordular çağırdı. Bu sırada casusları Keyhusrev Ceyhun'u geçti diye bildirdiler. Keyhusrev ilk önce Suğd'a geldi. Bir ay kalıp itaate aldı.Yine ilerledi. Türkler İranlılar'a su vermiyorlar,ordunun arkasında yalnız kalmış İranlı bulurlarsa öldürüyorlardı. Keyhusrev de önüne çıkan saray, kale, erkek, kadın en bulursa yok ediyordu.

İki ordu 'Gülzâriyun' ırmağı kıyısında karşılaştılar. Birbirine girdiler. Alp Er Tunga'nın ordusundan Keyhüsrev'e korku gelmişti. Ordunun arkasına çekilip Tanrıya yalvardı. Derhal fırtına kopup tozları Turan ordusuna doğru atmaya başladı. Türkler bozuldular.Fakat Alp Er Tunga kaçmak isteyenleri öldürerek ordusunu durdurdu. Dönüp iyen savaştılar.Gece çökünce iki ordu ayrıldı.

Alp Er Tunga ertesi günü yine çarpışacaktı. Fakat kendisine gelen haberci oğlu Kara Han'ın ordusundan yalnız Kara Han'ın sağ kaldığını bildirdi. Bunun üzerine ağırlıklarını bile toplamadan hızla ordusu ile çöle atıldı.

Rüstem'i vurmak istiyordu. Keyhusrev bunu Rüstem'e bildirdiği gibi kendisi de onun ardına düştü. Alp Er Tunga, Gang'a gelip Rüstem'e baskın yapmak istediyse de onun tetikte olduğunu görerek vazgeçti. Şehre girdi.

Bu kalabalık şehrin kalesi o kadar yüksekti ki üstünden kartal bile uçamazdı. İçinde yiyecek boldu. Her köşesinde kaynaklar, havuzlar vardı. Havuzlar bir ok atımı boyunda ve eninde idi. Güzel bahçeleri, saraylarıyla bir cennetti. Alp Er Tunga ordusuyla Gang'a kapandı. Çin padişahına da mektup yazıp yardım diledi. Keyhusrev de ordusuyla gelerek Rüstem'le birleşti.

Kalenin çevresine hendekler kazdırdı. Odunlar yığıp katranla ateş verdiler.Duvarlar yıkıldı. Şehire hücumla girdiler. Herkesi öldürdüler. Alp Er Tunga sarayının altındaki gizli yoldan 200 beği ile kaçarak kurtuldu. Çin padişahının yanına gitti. Çin hakanı büyük bir ordu hazırlamıştı. Bunu duyan Türkler her taraftan Alp Er Tunga'nın yanına gidiyorlardı.

Keyhusrev Gang'a,bir kumandan bırakıp
Alp Er Tunga'nın üzerine yürüdü. Karşılaştılar.Alp Er Tunga ona bir mektup yazarak insanlardan uzak ve kendisinin beğeneceği bir yerde teketek dövüşmeği teklif etti.

Keyhusrev kabul etmedi. O gün iki ordu akşama kadar çarpıştı. Gece olunca Keyhusrev ordusunun önüne hendekler kazdırdı. Bir kısım kuvvetlerini Türk ordusunun gerisine gönderdi.

Türkler gece baskını yapıp hendeğe düştüler. Arkalarındaki kuvvetler de pusudan çıktı. Türk ordusunu yendiler. Alp Er Tunga kalan çerisiyle çöle çekildi. Keyhusrev Gang'a döndü. Çin padişahı da Keyhusrev'den korkarak ona elçi gönderdi.

Keyhusrev,Alp Er Tunga'yı bir daha yanına almamak şartı ile onunla barıştı. Alp Er Tunga bunu işitince perişan bir halde çöle çekildi. Zere denizine geldi.Bu, ucu bucağı olmayan bir denizdi. Orada bir gemici vardı:"Ey padişah! Bu derin denizi geçemezsin. 78 yaşındayım.Bunu, bir geminin geçtiğini görmedim" dedi.

Alp Er Tunga,"Tutsak olmaktansa ölmek yeğdir" diye cevap verdi. Bir gemi yüzdürttü. Binip yelken açtılar."Gangıdız" şehrine vardılar. Alp Er Tunga orada "geçmişi düşünmeyelim. Talih yine buna döner" diyerek yatıp uyudu.

Keyhusrev, Alp Er Tunga'nın suyu geçtiğini haber aldı.Hazırlıklar yaparak birtakım ülkeleri aldıktan sonra Zere denizinin kıyısına geldi.Yedi ayda denizi geçtiler. Gangidiz'i aldı. Bulduklarını kestilerse de Alp Er Tunga gizlice kaçtı.

Keyhusrev buradan Turan'ın payıtahtı oldu. Gang'a geldi. Alp Er Tunga'yı soruşturdu.Kimse bilmiyordu.Halbuki bu sıralarda o yiyeceksiz, içeceksiz dolaşıyordu.Kayalık bir dağın tepesindeki bir mağarayı kendine ev yapmıştı.

Bu mağarada insanlardan uzak yaşayan 'Hûm' adında biri vardı. Bir gün mağarada bir ses işitti. Alp Er Tunga kendi kendine tâlihine yanıyordu. Bu sözlerin Türkçe olmasından yabancının kim olduğunu anlayan Hûm ona hücum ederek tutsak etti. Fakat o yine kaçarak suya atıldı. Keyhusrev bu işi duydu. Hile ile Alp Er Tunga'yı sudan çıkararak öldürdüler.

Kıymetli Tuz Masalı

| Pazartesi, Eylül 22
Bir varmış, bir yokmuş.Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Pire berber iken,deve tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Tıngır elek, tıngır felek demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar. Bir varmış, bir yokmuş, evvel zamanda bir padişah ile bunun üç kızı varmış.

Bir gün bu padişah kızlarını başına toplamış, beni ne kadar seversiniz? Demiş. En büyük kız dünyalar kadar, ortanca kızı kucak kadar, küçük kızı da tuz kadar severim demiş.

Padişah küçük kızın cevabına çok sinirlenmiş, insan tuz kadar sevilir mi demiş, ardından küçük kızını cellada teslim etmiş.Cellat, kızı kesmek için dağa götürmüş.

Kız cellada yalvarmış, sen de babasın,bana kıyma demiş. Cellat,kızın yalvarmalarına dayanamamış, onun yerine bir hayvan kesmiş, kızın gömleğini kesilen hayvanın kanına bulayıp padişaha getirmiş.

Küçük kız yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir köye ulaşmış .Orada köyün zenginlerinden birine kul köle olmuş, büyümüş, çok güzel bir kız olmuş.Güzelliği ilden ile, dilden dile yayılmış, kısmet bu ya bir başka padişahın oğluyla evlenmiş.

Aradan bir hayli zaman geçmiş,başından geçenleri kocasına anlatmış, babamları yemeğe çağıralım demiş. Kocası da olur demiş. Gereken hazırlıklar yapılmış, padişah babası ziyafete çağrılmış.

Kızın padişah babası söylenen günde avanesiyle birlikte ziyafete gelmiş. Padişah ve beraberindekiler sofraya oturduğunda yemekler sırayla gelmeye başlamış.Ama kız,aşçısına bütün yemeklerin tuzsuz olmasını tembih etmiş. Padişah hangi yemeğe saldırdıysa eli geri gitmiş, yemeklerin hiçbirini yiyememiş.

O sırada küçük kızı padişahın sofrasından ayağa fırlamış. Padişahım, duyduğuma göre sen küçük kızını seni tuz kadar seviyormuş dediği için öldürtmüşsün demiş.Padişahın söz söylemesine fırsat vermeden işte o küçük kız benim demiş ve bütün yemekleri tuzsuz yaptırdım ki kıymetimi anlayasın sözlerini eklemiş.

Padişah yaptığından utanarak küçük kızının boynuna sarılmış,tuzun ne kadar kıymetli olduğunu anlamış. Ondan sonra yeni bir dönem başlamış. Onlar ermiş muradına,biz çıkalım kerevetine.

Hısn-i-Mansur Kalesi Efsanesi

|
Efsaneye göre, Adıyaman kalesinin orta yerinde mil üzerinde dönen bir köşk varmış. Bu köşkte savaşı seyreden Arap kumandanının kızı, kaleyi kuşatan Türk kumandanını görür ve ona aşık olur. Kız Türk kumandanına haber göndererek kendisini almayı kabul ettiği takdirde kale anahtarını vereceğini söyler.

Bir gece gizlice Türklerin tarafına kaçan kızı, Türk kumandanı kabul eder ve kendisiyle görüşür. Bu sırada kız, elbiselerinin içinde bir şeyin kendisini rahatsız ettiğini söyler.

Elbiseleri çıkarıldığında kuru bir yaprağın vücudunu tahriş ettiği görülür. Bu duruma çok sinirlenen Türk Kumandanı "Baban seni kuru bir yapraktan dahi sakınır yetiştirdiği halde kendisine ihanet ettin. Kim bilir bize ne türlü ihanetler yaparsın", diyerek kızı öldürtür. Kale ve şehri yaptığı hücumlarla ele geçirir.

Tembel Kız masalı

|
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir karı koca varmış. Bu karı kocanın bir kızı olmuş. Kız,el bebek gül bebek büyütülmüş, ama hiç iş öğrenememiş. Bunun için adına Tembel Kız denilmiş. Bu kız o kadar tembelmiş ki yerinden kalkmaya üşeniyormuş. Anası babası ona bir gelberi yaptırmış. Kız da oturduğu yerden işini gelberiyle yapıyormuş.

Kızının evlilik çağı gelmiş. Anası babası kızı bir avcıyla evlendirmiş. Avcı ava gitmiş, bir ördek vurmuş.Eve gelmiş, ördeği temizlemiş, ateşe koymuş. Tekrar ava gitmek üzere hazırlanmış, karısına ateşe ördeği koydum, yanmasın bak demiş.Tembel Kız, olur demiş, demiş ama yerinden bile kalkmamış.

Aradan uzunca bir zaman geçmiş.Dilenci eve gelmiş. Tembel Kıza,

hanımcığım Allah rızası için bir dilim ekmek demiş.
Tembel Kız da yan tarafta mutfak, geç al cevabını vermiş.

Dilenci mutfağa girmiş.Bakmış ocakta ördek kaynıyor, almış ördeği, torbasına koymuş,tencerenin içine de ayaklarındaki pis çarıkları... Gelmiş, Tembel Kız'ın yanına. Bak hanımcığım demiş,ekmeği aldım Allah razı olsun.

Şimdi sana bir türkü söyleyeyim de ben gideyim. Türküyü şöyle söylemiş;

Senin gaga benim torba içinde,

Benim çarık senin çorba içinde,
Sen yat kaba yatak yorgan içinde,
Ben yiyecem gagayı orman içinde.

Dilenci türküyü böyle söylemiş,çekip gitmiş.Aradan bir zaman geçmiş, kızın avcı kocası gelmiş. Karısına ördek pişti mi? Demiş.Karısı olan biteni anlatmış,bak bana bir de türkü söyledi, sana deyiverem demiş,türküyü söylemiş.

O zaman avcı kocası durumu anlamış, karısına kızıp azarlamış. Ondan sonra Tembel Kız, tembelliği bırakmış.Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

Suzan (Suzi) ve Kırklardağı Efsanesi

|
Suzan (Suzi) ve Kırklardağı Efsanesi

Diyarbakır'ın güneybatısında, Dicle Nehri kenarında, Kırklardağı vardır. Bu Kırklardağı'nın arkasında Kırklar Ziyareti vardır. Çocuğu olmayanlar, buraya gelip dilek dilerler. Bir Süryani zengin ailenin de hiç çocukları olmuyormuş.

Kadın,Kırklar Ziyareti'ne gelip dilek dilemiş, adak adamış. Bir kızı doğmuş.Adını Suzi (Suzan) koymuşlar. Her yıl doğum gününde, annesi onu süsler, giydirir ve Kırklar'a götürerek, bir kurban kestirirmiş.

Suzan böylesine bin nazlarla büyüyüp,güzel bir genç kız olmuş. Müslüman komşularının oğlu Adil'le, birbirlerine aşık olmuşlar. Yine bir doğum yıl dönümünde, annesi Suzi'yi, hizmetçilerle beraber kurbanını kesmek üzere, Kırklar Ziyareti'ne göndermiş.

Arkalarından habersizce Adil de gelmiş. Hizmetçilerin kurban kesme telaşından yararlanan Suzi, Adil'le beraber,dağın arkasına dolanmışlar ve orada sevişmişler. Kırklar Ziyareti, bu beraberliği bağışlamamış ve ziyaret Suzi'yi çarpmış.Kız On Gözlü Köprü'nün orada, Dicle'de boğularak ölmüş. Suzi'nin ölümünden sonra, Adil de aklını yitirmiş.

Suzan - Suzi Türküsü

Kırklardağı'nın yüzü

Karanlık sardı düzü

Ben öleydim

Suzi-Suzi Ziyaret çarptı bizi

Köprüaltı kapkara

Anne gel beni ara

Saçlarım kumlara batmış

Tarak getir de tara

Köprünün orta gözü

Sular apardı düzü

Ben öleydim

Suzi-Suzi Dicle ayırdı bizi

Kaynakça:
Diyarbakır Esma Ocak Yazar Büyüklerinden

Karacadağ Efsanesi

|
Diyarbakır beyinin dünya güzeli bir kızı varmış. Beyin yanında marangoz olarak çalışan yoksul bir delikanlı, bu kızı görüp aşık olmuş. Anasına gidip, beyin kızını kendisine istemesini söylemiş. Anası her ne kadar, bu işin olamayacağını anlatmaya çalışmışsa da oğlunun yalvarmalarına dayanamayarak, beye gidip durumu anlatmış ve sözlerini de şu maniyle bitirmiş.

Güneşe bakmak olmaz
Gönülü kırmak olmaz
Büyüklük sizde kalsın
Seven ayırmak olmaz

Bey kadını dinledikten sonra,


-Benim de çok sevdiğim bir oğlum vardı. Bir gün atalarımızdan kalma değerli kılıcımızı alarak, dağda yaşayan ve insanların başına bela olan ejderhayı öldürmeye gitti fakat, ejderha onu öldürdü ve kılıç da dağda kaldı. Eğer, oğlun bu ejderhayı öldürür, o kılıcı da geri getirirse kızımı ona veririm" demiş.

Anası gelip olanları oğluna anlatınca, delikanlı anasıyla helalleşip hemen dağa gitmiş. Ejderha oğlanı görünce, ağzından ateşler püskürterek, daha delikanlı davranamadan, onu yakıp öldürmüş. Oğlan can acısıyla öyle derin bir ah çekmiş ki, feryadı gökleri titretmiş. Bu çığlığı işiten anası, oğlunun öldüğünü anlamış ve duyduğu büyük acı ile şunları söylemiş.

Sandım olacak düğün
Kara gün oldu bugün
Oğlumu alan dağlar
Sen de karaya bürün


Acılı ananın bu ahı üzerine, dağ kararmış ve bundan böyle bu dağın adı da KARACADAĞ olmuş.

kaynak
Muhsine Helimoğlu YAVUZ / Diyarbakır Efsaneleri - 2

Albat Dağı Ejderhası Efsanesi

| Pazar, Eylül 21
Albat Dağı Ejderhası Efsanesi

Eteğinde Ortanca Çeşme'nin bulunduğu Albat Dağı'ndan, bir ejderha çıkmış.Bu çeşmeye kimseyi yaklaştırmayarak,insanları susuz bırakmış. İnsanların çaresizliği karşısında, şehrin beyi eline iki yanı keskin bir kılıç alarak,bu ejderhayı öldürmeye gitmiş.

Bey kılıcını iki eliyle ve enine tutmuş.Ejderha burnundan alevler saçarak,derin soluklarla beyi içine çekip yutmuş. Beyin elinde enine tuttuğu,iki tarafı da kesici kılıç,ejderhayı ağzından, kuyruğuna kadar ikiye parçalayıp öldürmüş.

Bey konağına dönünce,bahçesindeki havuzu sütle doldurtup,hemen soyunarak içine girmiş. Havuzdaki süt ejderhanın, beye bulaşan zehiri nedeniyle bir anda kesilip, çökelekleşmiş. Bey, süt kesilmeyene kadar,bu süt banyosunu sürdürerek,ejderhanın zehirinden arınmış.

Kaynakça: Silvan Tevfik Dabakoğlu
(Terzi Babasından)

Nigar Kayası Efsanesi

|
Anadolunun şirin bir kasabası olan (Ankara ) Kızılcahamam'a bağlı Taşlıca köyü, kasabaya nazaran etrafı dağlarla çevrili ve taşı çok olan bir yerdir.

Halkı, neşe ve sevinç içinde yaşarlardı, biribirlerine öyle bir bağla bağlanmışlar ki; acı, tatlı günlerde yardımlarını biribirlerinden hiç esirgemezdi. Elele gönül gönüle olmayı insanlara yaraşır olarak kabullenmişler, iyimserliklerini sürdürmeyi bir görev olarak saymışlardır.

Taşlıca köyü 1142 senesinde kurulmuş, kışları çok sert geçermiş, su olmadığı için, halk kar suyu içermiş. Bu yüzden hayvanlar fazla yaşamazlarmış.

Taşlıca köyünde, Nigar adında bir kız varmışki, Nigar köyün en güzel kızlarından biriydi. Babası çobanlık yapardı, 9 çocuğu vardı. Nigar kardeşlerinin en büyüğü olduğu için, evin işleri, çocukların bakımı, tarla, bağ bahçe işleri hep onun üzerindeydi.

Nigar, birgün köy kızlarıyla birlikte tarlaya ekin biçmeye giderken, karşıdan bir atlının geldiğini gördüler. Köy'e pek yabancı gelmediği için, hepside merak içinde gelen atlının yaklaşmasını beklediler. Nihayet bekledikleri atlı yanlarına yaklaşınca yiğit bir delikanlı olduğunu gördüler.

Delikanlı; ürkek ve titrek sesle "Köye nereden gidilir" diye sordu, kızlar birbirlerine bu delikanlı kimdir, neyin nesidir gibilerinden bakışırlarken, Nigar ile delikanlı göz göze geldiler. Bu arada Nigar'ın kalbi sanki yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Aynı duygu ve heyecan delikanlıda da belirdi. Ama, Nigar'la Delikanlının bu anlamlı ve heyecanlı bakışlarını diğer kızlara belli etmemeye çalışsalarda, diğer kızların gözünden kaçmamıştı. Fakat, Nigar'ın kızlarla ekin biçmeye, delikanlının da köye gitmesi gerekiyordu. Delikanlı, istemiyerekde olsa, Nigar'dan gözlerini kaçırdı, arkasına baka baka yoluna devam etti.

Nigar kız arkadaşlarıyla ekin biçmeye gitsede, göz göze geldiği delikanlıyı bir türlü duygularından çıkaramıyordu.

O günden sonra, Nigar'ın kalbindeki ateş, gönlündeki hasret bir yangın gibi içinde alevleniyordu. Delikanlının hayali bir türlü gözünün önünden gitmiyordu, bir görüşte aşık olmuş, aşık olduğu delikanlı için kara sevdaya uğramışki, her geçen gün için için eriyordu, derdini kimseye anlatamıyordu.

Aradan bir süre geçti, yine Nigar tarlaya giderken, ağaçların arasında bir karaltı (gölge) gördü, korku ve heyecanla, karaltıdan uzaklaşmaya, koşmaya başladı. Gölgedeki adam, Nigar'ın kaçtığını görünce, "Nigar yalvarırım kaçma dur, n'olursun dur... sana kötülük yapacak değilim, sadece konuşmak istiyorum dur" diye peşinden bağırarak yalvardı. Nigar, kendisine seslenen sesi duyunca hemen tanıdı. Çünkü, o ses yolda tanıdığı (rastlaştığı) ve onun için kalbinin çarptığı delikanlının sesiydi. Bu sesi duyan Nigar durdu, titrek ve heyecanlı bir sesle "ne istiyorsunuz?" diye sordu. Delikanlı ise, "sizi ilk gördüğüm günden beri unutamıyorum, sizi tanımak, sizinle tanışmak istiyorum. Sizinle evlenmek, acıyı, tatlıyı, paylaşmak istiyorum. Size olan tutkum beni günlerdir kasdı kavurdu, size aşık oldum, sizden ayrı yaşayamam n'olur kabul edin, ne isterseniz yaparım, gerekirse kulun kölende olurum" diyerek genç kızın ayaklarına kapandı. Nigar; bu teklife dünden razıydı, çünkü delikanlıyı sevmişti, delikanlı için kara sevdaya uğramıştı. Günden güne eriyip gidiyordu. Ama, içlerindeki yanan aşk ateşine rağmen, ailesinin bir yabancıya kız vermeyeceğini de biliyordu. Bunu bildiği için Nigar ne evet ve ne de hayır diyebildi. Hayır dese delicesine aşıktı diyemezdi, evet dese, ailesini karşısında bulacaktı. Nigar, bir müddet düşündükten sonra , "Ben ne desem boş, size vereceğim her söz, ailemin nazarında geçersizdir. Bunun için size söz veremiyorum, babam ne derse o olur, bizde, bizim yöremizde yabancıya kız vermezler" dedi ve koşarak uzaklaştı.

Birkaç gün sonra, delikanlı kendi ailesini, Nigar'ı istetmek için, Nigar'ın babasına gönderir. Nigar'ın babasından Nigar'ı Allahın emri, Peygamber'in kavli ile isterler. Ancak, Nigar'ın babası bende yabancıya verecek kız yok diyerek kestirir atar. Delikanlının babası ise, oğlunun Nigar'ı delicesine sevdiğini bildiği için, Nigar'ında oğlunu sevdiğini bildiğinden, birbirlerini seven iki insanın hayatını birleştirmek için, delikanlının babası durumu muhtara "O köyün muhtarına" anlatır.

Taşlıca köyünün muhtarı ile o köyün ileri gelen büyükleri , Nigar'ın babasına iknaya giderler, ama bir türlü ikna edemezler, ikna edilmediğini gören, delikanlının babası istemeyerekte olsa geri dönerler.

Nigar'ın babası, düğürcüler gittikten sonra, Nigar'ı yanına çağırır, Nigar'a; kız sen bu oğlanla görüştün mü? Kimler bu gelenler, seni nerden tanıdılar, bana doğruyu söyle, eğer doğruyu söylemessen senin kemiklerini kırarım, öldürürüm diyerek kızı Nigar'a vurmaya başlar, zavallı kız ise o delikanlıyı tanımadığını , görüşmediğini haykırır, ağlar, sızlar. Annesi ise, kızının ağladığını, dövüldüğünü görünce dayanamaz; dur bey, yalvarırım dur, biricik Nigar'ımı öldüreceksin, der ve kızını kocasının elinden kurtarmaya çalışır.

Babasının elinden kurtulan Nigar, odasına kapanır, kimseyle görüşmez, yemez içmez deli divane gibi durmadan göz yaşı döker.

Nigar'ın yaşadığı zor günleri öğrenen delikanlı, bir yandan kendini suçlar, diğer yandında, Nigar'la buluşma çarelerini aramaktadır. Delikanlı, kendi köyünün çöpçatan teyzesini aracı olarak Taşlıca köyüne gönderir ve sonunda, Nigar'ın babasıyla konuşmayı gerçekleştirir, bu görüşme sonucunda, Nigar'ın babasını ikna eder, törelerine göre de istediği başlığın kendisine verileceğini söyler.

Öte yandan, delikanlı ise; çöpçatan teyzesinin eli boş mu dönecek, dolu mu dönecek, hayır haberlerle mi, yaksa hayırsız haberlerle mi dönecek bunun merakı içinde iken, çöpçatan teyzesi delikanlıya hayırlı haberle varınca, Delikanlı, köyün ileri gelenlerini de alır, Nigar'ın babasına düğürlüğe giderler ve razı ederler.

Bunu duyan Nigar'da, içindeki alevin söneceği günü sabırsızlıkla beklemeye çalışır. Daha sonra, düğün hazırlıkları başlar, Düğün Dernek kurulur, Şehirden davulcular, köçekler getirtilir, böylece: Nigar'da Delikanlı birleşeceği günlerin hayalini kurarak sevinç ve mutluluk içindedirler. Akşam üstü damat evinde ateş yakılır, Sinsin'ler oynanır, gelin evinde ise, kınalar yakılır, sabahlara kadar yenilir, içilir.

Ertesi günü öğle namazından sonra, gelini almak için, gelin halayı ile büyükler gelir. (Gelenek ve göreneklerine göre damat gelmez).

Davul-Zurna ve Köçekçiler eşliğinde kırmızı pullu gelinlik içindeki gelini alırlar, süslenmiş ata bindirirler. Gelin Halayı, tepe yamacına geldiği sırada; Oruç Gazi Sultan Dede, gelin halayının önüne geçerek, durun durun, çalmayın, diye yedi defa seslenir. Davulcu ve gelin halayındakiler aldırış etmezler. "Aman Oruç Gazi Dede ne olacak hiç bir şey olmaz, davulsuz gelin gidermiymiş" derler. Oruç Gazi Dede, yine, "durun, tanrı aşkına durun evlatlarım, benim içime doğdu, Davulu çalarsanız, geline birşeyler olacak çalmayın, sonra sizlerde pişman olursunuz" dedi. Fakat, hiç kimseye dinletemedi.

Gelin Halayı ve Gelin tepeye gelince, aniden şimşekler çakmaya, rüzgar esmeye, fırtına kopmaya başladı. O anda, Gelin atı ile beraber olduğu yere taş oldular. Halk panik içinde, sağa sola kaçmaya başladı. Başladı ama iş işten geçmiştir. Talihsiz Nigar (gelin) ve atı, Davulcunun davulu, Nigar'ın çeyizleri, ayağı kırık sacağı, oldukları yerde taş oldular.

Düğün Halayında bulunanlarda, düğüncülerde, Oruç Gazi Dedenin sözünü dinlemekte çok geç kalmışlardı. Biribirlerine, Oruç Gazi Dede haklıymış, bizlerin cahilliği Nigar'ın sonu oldu birbirlerini delice seven insanların sonu oldu diye dert yandılar.

Rivayetlere göre: Taşlıca köyünde, kesinlikle davul çalınmaz ve kimsede çalmaya cesaret edemez.

Yıllar sonra olaya inanmayan düğün sahibi, yaşlıların anlattığına aldırış etmez, düğünlerinde köye davulcu çağırır, yenilir içilir, gece "Yatsı" namazından sonra ateş yıkılır, Sinsin'ler oynanır, davullar çalınır. O anda Damat evini penceresini aniden alev alır ve yanmaya başlar, davulcu hemen çalmaktan vazgeçer, düğün davetlileri ateşi söndürürler ve eğlence davulsuz devam eder.

Efsaneye göre; aradan yıllar geçer, yine düğün dernek kurulur, düğün sahibi Ağa; Ben biricik oğluma şanlı şöhretli, dillere destan düğün yapacağım, herkes yesin içsin, vursun davullar, çalsın zurnalar der. Yine akşam namazından sonra ateş yakılır, Sinsin'ler oynanır. O sırada damat evinde bağrışmalar duyulur...

"Durdurun çalmayı, Ağamız fenalaştı, yetişin, yetişin diye bağırır. Herkes koşarak eve giderler. Bir de ne görsünler; iri yarı dağ gibi Ağa felç olmuş."

Bunun üzerine, o köyün halkı, o günden sonra birdaha davulcu getirtmeye, düğünlü dernekli düğün yapmaya cesaret edememişlerdir, o gün bu gündür köyde davul zurna çalınmaz.

Düğünler davulsuz zurnasız yapılır, aksi halde başlarına bir belanın geleceğine inanırlar.

Olayı yaşayan Oruç Gazi Sultan Dede'nin Türbesi yine bu köydedir.

Zavallı delikanlının ise, akıbeti belli değildir. Delikanlının o uğursuz davullu zurnalı düğünden sonra sağ kalıp kalmadığı hakkında hiçbir bilgi yoktur.

Kaynakça:Ali Arıöz,Şükrü Koçak
Derleyen: Narin Ariöz

Efsanenin Tanımı ve Yaratılış Destanı

|
Efsane Tanımı:

Efsane veya fesane Farsça asıllı bir kelime olup sözlüklerde söylenti; masal; dedikodu; asılsız hikâye; boş söz; saçmasapan lakırdı ; olmayacak şey, hurafe; ün salmış dillere düşmüş olay; destan; eski çağlardan beri söylenegelen olaganüstü varlıklar , olaylar konu edinen imgesel öykü; söylence; bir tabiat olaynı , bir varlığın meydana gelişini, tabiat elemanlarının birinde olan değişikliği, akıldışı , olağanüstü açıklamalarla anlatan hikâye.. vb. gibi bir çok manada kullanılmaktadır (Türk dil kurumu sözlüğü, Osmanlıca- Türkçe ansiklopedik Lugat vb eserler)

Genel olarak efsane, bir inanışı , bir hadiseyi inandırmak maksadıyla açıklayan, belli bir tarihe, şahsa ve mekana bağlamaya çalıan ve belirli şekilleri olmayan kısa anlatmalardır . Efsaneler bir inanç etrafında teşekkül ederler ve olağanüstü unsurlar taşırlar. Ancak olağanüstülük her zaman efsanelerin vazgeçilmez bir niteliği değildir.

Efsaneler; halkın özlemlerini, dünya görüşünü, muhayyilesinde yarattığı "ideal insan tipi"ni diğer edebî türlerden daha kesin bir biçimde ortaya koyar. Efsanelerde tarihle halk muhayyilesi veya tarihle bir şairin ilhamı birleşmiştir. Efsaneler, içinde olağanüstü unsurlar taşıması bakımından masal ve destanlara benzerler. Ancak masalların özel bir üslûbu vardır ve genellikle masallar mutlu bir sonla biterler. Destanlar kendilerine has üslûplar ve uzunluklarıyla efsanelerden ayrılırlar.. Efsaneler ise, özel bir üslûbu olmayan, sade halk diliyle bir inan dile getiren kısa anlatmalardır.

Efsaneler genel olarak dört ana grupta incelenir:

1. Yaratılış Efsaneleri (cosmogonie) :
Bu efsaneler, tabiat varlıklarının meydana gelişi, kainatın sonu, mahşer ve kıyamet(eschatologie) ile ilgilidir. Bunların içinde dönüşüm efsaneleri ile (etiolojique) nedenleri açıklayıcı efsaneler de bulunur. Ünlü Latin şairi Ovidius un Dönüşümler(Fransızca Metamorphoses) adlı kitabındaki şiirler eski çağdaki bu tür efsanelerden oluşur.

2. Tarihi Efsaneler :
Menkıbe denilen türü meydana getirirler. Bunlardan başka tarihî binalar, defineler, adlar belli yerler, büyük âfetler, meşhur şahsiyetler, aşk kahramanları , âşık şairler, bilginler, şeyh ve mürşitlerle ilgili olanlar bu gruba girerler.

3. Olağanüstü kişiler, varlıklar ve güçler hakkındaki efsaneler :
Bu grupta da alınyazısı , ölüm ve ötesi, tekin olmayan yerler, tabiat parçaları , cinler, periler, ejderhalar, al karısı , şeytan, hastalık ve sakatlık getiren varlıklar, olağanüstü gücü olan kişiler (büyücü, v.s.) mitik (mythique) hayvan ve bitkilerle ilgili olan efsaneler yer alır.

4. Dinî Efsaneler :

Çeşitli dinî inançlar ve din büyüklerinin hayatı , savaş ve mücadeleleri bu grupta değerlendirilir. Burada daha çok dinî kaynak ve kitaplara göre anlatılan dini değil, halkın algıladığı din anlayışını buluruz. Tarihî efsaneler içinde geçen tarihî şahsiyetlerden din büyükleri, şeyhler, evliya ve
erenlerin hayatı etrafında gelişen efsanelerin bu kısımla da ilişkisi vardır. (Yard. Doç. Dr. Kenan ERDOĞAN)

Yard. Doç. Dr. Kenan ERDOĞAN'ın Şiir-Efsane-Menkıbe ilişkisini incelediği ve Efsanenin ne olduğunu ve gruplandırdığı çalışmasını bu konuda kaynak arayanlar için faydalı olacağını düşünüyorum bu çalışmaya bu
PDF dosyasından ulaşabilirsiniz

Efsaneler Konularına göre şöyle de sınıflandırılır

1)Tarihi yer, kişi ve olaylarla ilgili efsaneler
2)Olağanüstü varlıklarla ilgili efsaneler
3)Hayvanlarla ilgili efsaneler
4)Dinsel konularla ilgili efsaneler
5)Bitki ve ağaçlarla ilgili efsaneler
6)Doğal çevre ve olaylarla ilgili efsaneler

Yaratılış Destanı

Gök yoktu, yer yoktu. Sadece sonu olmayan bir deniz vardı. İlah Ülgen bu denizin üstünde uçuyordu. Konacak sert bir yer arıyordu. Böyle uçarken gönlüne doğdu, bir ses: "Önündeki nesneyi yakala." diye fısıldadı.

Ülgen bu fısıltıyı tekrarladı. Bir yandan da ellerini öne doğru uzattı. O sırada suyun üstüne bir taş çıkmıştı. Ülgen taşı yakaladı ve üzerine kondu.

Taşın üstüne ne yapacağını düşündü. Düşünürken, o suçsuz bucaksız suyun içinden Ak Ana süzülüp Ülgen' in karşısına çıktı ve: "Yarat" dedi, üç defa tekrarladı.

Ülgen: "Nasıl?." diye sordu. Ak Ana da: "Yaptım, oldu de; yaptım olmadı, deme" diye akıl verdi.

Ak Ana bunları söyledikten sonra kayboldu. Bir daha da kimseye görünmedi. Ak Ana' nın bu buyruğu üzerine Ülgen, insanlara şu emri verdi: "Var olanı yok etmeyin; vara yok diyen de yok olur..."

Bunun üzerine Ülgen: "Yer yaratılsın!." dedi, yer yaratıldı; "Gökler yaratılsın!." diye buyurdu, gökler yaratıldı. Ve böylece dünya yaratılmış oldu.

Bundan sonra üç tane büyük balık yaratıp onların kenarlarına, ötekini de tam ortasına yerleştirdi. Balıklardan ikisini yerin kenarlarına, ötekini de tam ortasına yerleştirdi. Ortada bulunan balığın başı kuzey yönündedir. Bu balık başını aşağı eğerse dünyayı seller götürür. Eğer başını daha aşağı eğerse dünyada su basmadık bir avuç yer kalmaz. Bunun için bu balık kocaman bir zincirle bir direğe bağlanmıştır. Onu Ulu Kişi idare etmektedir.

Dünyayı meydana getirirken Ülgen "Ay ışığı ile güneş ışığının dokunduğu altın dağda" otururdu. Bu dağ, gökyüzü ile yer yüzünün arasında idi.

Bizim ay ve güneşimizin dünyasından başka doksan dokuz dünya daha vardır. Bunların hepsinde birer uçmak ve birer tamu vardır. her birinde insanlar da bulunur. En büyük dünya Han Kurbustan Tengere' dir. Bu alemin idaresini Ülgen kendi yardımcılarından Burkan adındaki ruha vermiştir. Bu alemin bulunduğu dünyanın adı Altın Telegey' dir. Cehennemi Toçiri Tamu' dur. Bu tamuyu Kara adlı bir zebani idare eder.

Doksan dokuz alemin ortancası olan ezre Tengere' dir. Ezre Tengere' ye Belgin Keratlu Türün adlı melek idare eder; bulunduğu dünyanın adı Altın Şarka' dır, cehennemi Kara Tamu' dur. Kara Tamu' yu idare eden zabaninin adı Karakçı' dır.

İnsan oğullarının yaşadığı bizim dünyamız en küçük alemdir, ki adına Kara Tengere Dünyası denilir. Bu dünyayı Ulu Kişi idare eden zebani de Kerey Han adında bir ruhtur. Bizim dünyamızın üstünde otuz üç kat gök vardır.

Günlerden bir gün Ülgen denize bakıp seyrederken suyun üstünde bir toprak parçasının yüzdüğünü gördü. Toprağın üzeri insan bedenine benzeyen bir kil tabakası ile kaplanmıştı. Ülgen: "Bu cansız toprak kişi olsun!" diye buyurdu. toprak hemen kişi oldu. Ülgen bu kişiye Erlik adını verdi ve olduğu yere bıraktı. Fakat Erlik giderek Ülgen'i buldu. Ülgen de yanına aldı, benimsedi. Bir hayli zaman geçtikten sonra Erlik Ülgen'i kıskandı ve ondan da güçlü kuvvetli olmak istedi ve Ülgen'e imrenerek: "Ben de onun gibi olmalıyım" diye düşünmeye başladı. Düşüne düşüne de Ülgen'e düşman oldu. Bunu anlayan Ülgen de Gök Oğul yarattı. Daha sonraları da bizim dünyamızda yaşayan insanları hasıl etti. Bunların kemiklerini kamıştan ve etleri topraktan oldu.

En sonra da yine bir kişi olan Ulu Kişi'yi canlandırdı ve ona: "Bu insanları sen idare et!" diye buyurdu.

KAYNAK:Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
Sayfa:99,100,101,102,103

Kız Uçan Kaya Efsanesi

|
Ortaköy’ de vaktiyle bir ağa varmış. Ağanın güzel bir kızı vardır. Korkusundan Ortaköy’ ün gençleri bu kıza gönül koyamazlar.

Ağanın kızına bir fakir delikanlı gönül verir. Fakat ağa delikanlıya fakirliği bahane ederek kızı vermez.

Bir gün kızla, oğlan tek çareyi kaçmakta görürler. Oğlan kızı kaçırır.

bugünkü Çorum yolu güzergahı yanı başındaki kan rengindeki kayanın başına gelirler gece vaktidir, kayayı görmezler ve kız kayadan aşağı uçar ve ölür.

Oğlan ise yana yana durumu Ortaköy' e haber eder. Halk koşar gelir görürler ki kız ölmüştür.

O günden beri o taş kaya hala kırmızı renktedir ve kayanın ismi kız uçan kaya olarak kalır. Bu efsane atalarımızdan beri söylene gelmektedir.

efsaneyi anlatan
Çağlar Çetin

Ayuv Dağ Efsanesi (Ayı Dağı Efsanesi )

|


Remzi Burnaş'ın dizeleriyle Ayuv Dag ( Ayı dağı Efsanesi ) Efsanesini aşağıda okuyabilirsiniz Efsanenin şiir olarak özgün haline bu PDF ' den ulaşabilirsiniz.

Remzi Burnaş Kırım Tatarlarındandır 1920 -1982 yılları arasında yaşamış olup
"Yürek Yırları", "Edep", "Mayıs Sabahı", "Saylama" isimlerinde şiir kitapları çıkarmıştır.



AYUV-DAG (Efsaiye)


Zaman zaman ekende, Zaman zalim ekende. Qara deniz yalısı

-Çatır-dağ eteğinde, Büyük Yayla qoynunda Qart bir ayyuv yaşağan. Bal sepeti tapmasa, Balıq tu tıp aşağan. Yıllar kelip - keçkenler

-Ösken ayuv sürüsi, Aqsaqal, dep saylanğan Qart ayuvmn birisi. O qart ayuv ne dese, Qanun eken yaşlarğa. Boysunmasa birisi, Urar eken taşlarğa

Qış kclgende ayuvlar Yaşağanlar yalıda, Qart deniz de turmağan Özünce, öz alında. Sürü ulip başlasa, O köpürgen-quturğan, Cemilemi suv yutqan, Olmağan sağ qurtulğan.

Devirlernin birinde Epkin çalbaş dalgalar Fek büyük bir gemini Esirlikke alğanlar. Sürünin aqsaqah Emirbergenyaşlarğa: Parlamağa gemini, Urıp qaya-taşlarğa. Aq yelkenli gemini Parça-parça etkenler, Anda bir sandiq tapıp, Qart ayuvğa kelgenler.

Sandıq içinden çıqa Düİber bir yaş qıp bala. Son aqsaqal o qiznı Öz qobasma ala. Emir bere sürüge Qizm saqlap baqmağa, Yer tübünden olsa da, Ona aş-suv tapmağa. Mına böyle kün keçe, Afta keçe, ay keçe. Ayularnen qobada Qız da aşay ve içe.

Er baarde yalıda Aça lâle ve zumbül. Güzclnin nazik sesi Ola baarge bülbül. Qız sevdalı yırınen Yalıların yanratqan. Er baarde sürüni Yuqusmdan uyantqan. Omn tatlı yırına Sevda eken o sürü, Dülbcrligine ise Meftun eken er biri. Baar kelse, ayuvlar Avğa kete ekenler.

Qizğa: - Yalığa çıqma, -Dcp, lenbilep ketkenler.

Küz künlcrnin birinde Deniz, dersin, quturğan... Sonra taşlı yalığa Kelip qayıq urulğan. O qayiqnm içinde Yata eken bir oğlan. Taqatmdan kesilip, Suvsuz saranp solğan.

Körip om şu yaş qız Tez yardımğa yetişe, Aqılma özünin Aqrand aşları tüşe. Yigitke suv ketlire, Aşata veiçire. Oğlan esin cıyğan sofi. Önen künün keçire.

Ekisi de çatma qaş, Güzellernin güzeli. Bir-birini sevgenler, Olucı iş, bu belli... Yiğit maqtap yurtum, Qızğa ikâye ayta,Qayığımda sana da Yer bar, - dey qayta-qayta. Son ekisi - bir yürek, Tüşmeyik, - dep, tuzaqqa, Sağlıqlaşıp yalınen, Yel tutqanlar uzaqqa.

Kök güdürdep, bulutlar Qaplağanlar adanı. (Bellemegen güzeller Körermiz, dep sabanı! Sürü yalığa tüşip, Meseleni duyğan sofi, Uluvları deşetli Zelzelege uyğan son, Qart defiiz de serteyip Dalğalanğan, köpürgen. Oğlan, küçün ayamay, Küreklerge yekilgen. Ayuvlar da başlağan Deniz suvun içmeğe, Qayıq ise suv ile Artına çekilmeğe.

Yiğit değen güzelge: Yırla, yarem, yırınnı, Qonaqbaylar sezmesin Yürekteki sınnnı...

Qıznm nazik sesini Eşitkende ayuvlar, Suvdan yalığa çıqıp, Dinlenir ve uluylar. Tek qart ayuv ökürip, Devam ete işini, Emir bere sürüge:

- Acıman küçüfiizni..

Dalğalarğa qoşulıp, Uzaqlaşa yır sesi.

Sofi qart ayuv qansıray, Başından ketip esi. Çıqıp olmay yalığa, Qara deniz suvları Etrafında çayqala. Taş kesilip, cesedi Ola - qaya, Ayuv-dağ, Şimdi o yerde "Artek" -Ülkede en güzel bağ.

Bu, elbette, efsane, Tabiatnın bir sırı. İnsan da taş kesilir, Eğer coyulsa yırı!



AYI DAGl (Efsane)



Zamanın zaman olduğunda, Zamanın zalim olduğunda . Kara deniz yalısı

Çatır Dağ eteğinde, Büyük Yayla koynunda Yaşlı bir ayı yaşamış. Bal sepeti bulmasa, Balık yakalayıp yemiş. Yular gelip geçmiş

Büyümüş ayı sürüsü, Aksakal diye seçilmiş Yaşlı ayılardan birisi. O yaşlı ayı ne derse, Kanım olmuş gençlere. Dinlemese birisi, Vurur imiş taşlara

Kış geldiğinde ayılar Yaşamışlar yalıda, Yaşlı deniz de durmamış Kendi eski halinde. Sürü ulumaya başlasa, O, köpürmüş, kudurmuş, Gemileri su yutmuş Olmamış hiç kurtulan.

Devirlerden birinde Azgın, beyaz başlı dalgalar Çok büyük bir gemiyi Esir edip almışlar. Sürünün aksakalı Emir vermiş gençlere: Kırmak için gemiyi, Vurup kayalara, taşlara . Ak yelkenli gemiyi Parça parça etmişler Orada bîr sandık bulup, Yaşlı ayıya gelmişler.

Sandık içinden çıkıyor Dilber bir genç kız çocuğu. Sonra aksakal o kızı Kendi yuvasına alır. Emir verir sürüye Kıza iyi bakmaya, Yerin dibinde olsa da, Ona yemek, su bulmaya. İşte böyle gün geçiyor, Hafta geçiyor, ay geçiyor. Ayılarla mağara içinde Kız da yiyor, içiyor.

Her baharda yalıda Açar lale ve sümbül. Güzelin nazik sesi Oluyor baharda bülbül. Kız, sevdalı türküsü ile Yalıları çınlatmış. Her baharda sürüyü Uykusundan uyandırmış. Onun tatlı şarkısına Sevda imiş o sürü, Dilberliğine ise Meftun imiş her biri. Bahar gelse, ayılar Avlanmaya gidermiş.

Kıza: - Yahya çıkma, -Diye, tembih edip gitmişler.

Güz günlerden birinde Deniz sanki kudurmuş... Sonra taşlı yalıya Dalgalar kayık vurmuş. O kayığın içinde Yatarmış bir oğlan. Takatinden kesilip, Susuz saranp solmuş

Görüp onu şu genç kız Çabuk yardıma gelir, Aklına onun Arkadaşları gelir. Delikanlıya su getirir, Ycdirir, içirir. Oğlan kendine gelince, Onunla günü geçirir.

İkisi de çatma kaş, Güzellerin güzeli. Birbirini sevmişler, Olacak iş, bu belli... Yiğit övüp kendi yurdunu, Kıza hikaye anlatıyor, Kayığımda sana da Yer var, - diyor ard arda. Sonra ikisi bir yürek Düşmeyelim diye tuzağa, Vedalaşıp yalı ile, Yol tutmuşlar uzağa.

Gök gürüldeyip, bulutlar Kaplamışlar adayı. (Tahmin etmemiş güzeller Görürüz diye sabahı!) Sürü yalıya inip, Meseleyi duyunca, Ulumaları dehşetli Zelzeleye benzeyince, Yaşlı deniz de sertleşip Dalgalanmış, köpürmüş. Oğlan, küçük demeden Küreklere yüklenmiş. Ayılar da başlamış Deniz suyunu içmeye, Kayık ise su ile Arkaya çekilmeye.

Yiğit demiş güzele: Şarkı söyle, yarim, şarkını, Elebaşılar sezmesin Yürekteki sırrını...

Kızın nazik sesini Duyunca ayılar, Sudan yalıya çıkıp, Dinlenir ve ulurlar. Sadece yaşlı ayı kükreyip Devam eder işine Emir verir sürüye:

Acımayın gücünüzü!

Dalgalara katılıp, Uzaklaşır şarkı sesi.

Sonra yaşlı ayı zayıf düşüyor Başından aklı gidiyor Çıkamıyor yalıya Deniz içinde kalıyor, Kara deniz sulan Etrafında çalkalanır. Taş kesilip cesedi Olur kaya, Ayı Dağı, Şimdi orada "Artek" var Ülkede en güzel bağ.

Bu, elbette efsane, Tabiatın bir sırrı. İnsan da taş kesilir, Kaybolursa şarkısı.

Arzı Kız Efsanesi Kırım Tatar Efsanesi

|

Çok eski zamanlarda Kırım'ın şirin yak boyunda, bağlar, bahçeler arasında cennet gibi bir yer olan " Mishor " köyünde " Abiy Aga " adında bir ihtiyarcık yaşarmış. Yaşına rağmen pek dinç, çalışkan, dürüst, herkese iyilik eden bir kişi olan Abiy Aga'yı bütün köydeşleri ve diğer köylerde olan tanışları çok sever , sayarlarmış.

Abiy Aga'nın evi; köyün aşağı mahallesinde, denize yakın bahçe içinde ufak eski bir evcikmiş. Yaz - kış demez bahçesindeki şeftali, elma ağaçları ve üzüm çotukları ile ilgilenir, onlara sevgi ile bakar ve çevrenin en iyi cins meyvalarını yetiştirmekten zevk alırmış. Fakat herşeyden çok, biricik kızı "Arzı"yı pek sever, üstüne titrer, onu en iyi şekilde yetiştirmeye çabalarmış.

Günler geçmiş, Arzı; uzun boylu, ince belli, kara gözlü, nar gibi kırmızı yanaklı dilber, güzeller güzeli bir kız olmuş. Yalnız güzel değil aynı zamanda akıllı, çalışkan, hamarat, dürüst bir kızmış. Bu özellikleriyle köyün bütün gençlerinin, hatta köy bayının oğlu " Bektekir " in de kalbini yakar, ancak Abiy Aga'ya Mishor'un namlı yiğitlerinden bir çok kudalar (görücüler) gönderilse de, Arzı kız kudalardan kaçar, görücülere çıkmak istemez, Abiy Aga'da: -Kızım daha küçüktür, ayrıca kızım kendi sevdiği yiğite varır... " diyerek güler yüzle, onları kırmadan geri çevirirmiş.

Köydeki komşu kart-anaycıklar (ihtiyar ninecikler) Arzı'yı gördüklerinde onun yanaklarını okşamadan, kartbaylar da Abiy Aga'nın yanından geçerken tütün çubuklarını daha ziyade dumanlatmadan, ona olan saygı ve sevgilerini göstermeden geçmezlermiş.

Güzel Arzı, baba ocağında, anasının yanında şen, mutlu bir yaşam sürer... Şen gülüşü, tatlı sesiyle söylediği türküler ve iyi huyuyla, bağda, bostanda, çeşme başında kızlar arasında da sevilen bir dost, aranan bir arkadaş olur.

Arzı zaman zaman yalıdaki ( deniz kenarındaki ) çeşmeye kızlarla su al­maya gider, yalnız olduğu vakitlerde de deniz kenarında oturur, çeşit çeşit rengârenk çakılları, denizin dalgalarını, ufku uzun uzun seyretmeyi, hayallere dalmayı pek severmiş.

Arzı kız bir gün yine çeşmeden su almaya gittiğinde, şahin bakışlı, aslan gibi, yakışıklı o güne kadar hiç görmediği bir yiğitle karşılaşmış. (Bu yiğit, Mishor'a 3 km. uzaklıktaki "Gaspıra" köyünden Emir Asan'mış.) Neden olduğunu bilmeden kalbinin titrediğini hissetmiş. Onu çok beğenmiş. Emir Asan'da aynı duygular içinde kalmış. Bu kısa bakışma ve görüşme dahi iki genç kalp arasında sevgi, muhabbet, aşk güllerinin açılmasına yetmiş ve asla birbirinin aklından çıkmaz olmuşlar. Aslında, Arzı'nın deniz kenarında dalgın dalgın dalgalan seyredip hayal kurmasının sebebi de buymuş.

Nihayet özlenen gün gelmiş. Gaspıralı Asan, Abiy Aganın evine hediyelerle donatıp, kudalar (görücüler) göndermiş. Allah'ın emri, Peygamberin kavli ile Arzı'sını istetmiş... Abiy Aga biricik kızını komşu köye gelin verip hasretlik çekeceğini düşünerek derinden göğüs geçirmiş. Lakin birbirlerine muhabbet besleyen iki genç kalbi birbirinden ayırmanın doğru olmayacağını bildiğinden sakalını kaşıya kaşıya, sevimli kızının da gönlünü hoş etmek için razılık vermiş... Güzel Arzı'cığın kız arkadaşlarının da katılmasıyla "nişan ayını" (töreni, eğlenceleri) yapılmış... İki genç bir an evvel muratlarına nail olma gününü beklerken, kış geçmiş, şen bahar gelmiş. Abiy Aga'nın bahçesindeki ağaçlar çeşit çeşit, renk renk çiçeklerle donanmış...

O devirlerde, Karadeniz'de, yelkenli ufak gemilerle Anadolu ile Kırım, Kafkasya sahilleri arasında mal alıp götüren, pazarlayan tüccarlardan " Ali Baba" adında bir bezirgan başı varmış. Mishor'a da çok gelip gidermiş. Ancak oralarda onu kimse sevmez, herkes ondan sakınırmış. Çünkü çok yalancı, dolandırıcı iki yüzlü ve sahtekârlığı ile meşhur şeytan gibi bir adammış. Ayrıca halk arasında onun yalı boyu köylerinden güzel, dilber kızları Anadolu'ya kaçırıp orada beylere, paşalara ve saray haremine sattığı da söylenirmiş.

İşte günlerden bir gün Arzı kız bakır güğümü ile yine çeşmeye su almaya gittiğinde bu kötü kalpli Ali Baba ile karşılaşmış. Onun korkunç, keskin bakışları Arzı'cığı öyle ürkütmüş, endişelendirmiş ki, hatta su almadan kaçmasına sebep olmuş. Ancak bu güzeller güzeli, dilber kızı gören Ali baba onun hakkında hiçte iyi olmayan şeyler düşünmeye başlamış. O günden sonra Ali baba ve tayfaları devamlı Arzı'yı izlemeye, onun ne zaman nereye gittiğini, hangi saatte ne yaptığını, kimlerle görüştüğünü tesbit etmeye çalışır, sık sık çeşme başında Arzı'nın karşısına çıkarak onu korkutur, kaçırırlarmış.

O yıl Mishor'da üç bayram bir kerede yapılmış. Baharın gelişi ile "Hıdır -İlyas" günü, kurban bayramı ve güzel Arzı'nın düğünü ( kurban bayramının 4.günü)

Bütün köy şenliklere katılır, neşe ile bayramı kutlar, herkez coşku içinde, her tarafta neşeli, hareketli oyun havaları, yırlar, türküler çalar, gençler horan teper, kaytarma oynar, kızlar "ay variraç, variraç" türküsünü yırlar, çınlar, maneler söylenir. Gençler arasında yavluk (mendil) alınıp verilir.

Tabiatıyla en şen ve kalabalık mahallede düğün evinin olduğu mahalledir. Zira Mishor köyünün sevimli çiçeği Arzı kız'ın küçük evine ve çevresine hemen hemen bütün köy halkı toplanmış. Hatta "Dereköy", "Ayvasıl", "Tavdayır" gibi uzak köylerden bile çok misafir Abiy Aga'nın yaptığı düğüne onu sevip sayıp gelmişler. Evler, sokaklar insanlarla dolup taşmış.

Bütün bu coşkulu, sevinçli şenlikler içinde bile Arzı'nın daima şen gönlü bir türlü neşelenememiş, hasretle beklediği sevdiğine kavuşacağı gün gelmesine rağmen içini tarifsiz bir sıkıntı kaplamıştı. Onun her zaman neşe ve sevgi ile atan kalbi sanki karanlık bir duman içinde kalmış gibi boğuluyor sebebini kendisinin de bilmediği bir keder onu neşelenmekten alıkoyuyordu.

Eğlenceler geç vakitlere kadar devam etmiş, güneş batmış, ortalığı alaca karanlık basmış, azametli "Ay - petri " kayası kara çarşaflara bürünüp uykuya dalmış, denizin gündüz ki masmavi aydın yüzü kararmıştı. Akşamın sessizliğini sadece yayladan dönen davarların ve onları sürüp gelen çoban kavalının uzaktan, uzağa gelen sesi bozuyordu.

Kendini bir kat daha güzelleştiren "Al şali" gelinlik kıyafetiyle, derin düşünceler içinde odasında oturan Arzı, birden oturduğu minderden kalkıp, odasından çıktı, içindeki sıkıntıyı biraz olsun dağıtmak için, son kez deniz yalısındaki çeşmesine gidip vedalaşmak istemişti. Bakır güğümü alıp, maramasını (başörtüsünü) başına örtüp evden çıktı...

Çeşmesinin başına geldiğinde mehtap çıkmıştı. Sebebini bilmediği yüreğini sıkan duygular içindeki Arzı, kendisini bekleyen büyük tehlikeden habersiz, denizin dalgalarının çıkardığı sesi, çeşmenin şırıltısını dinleyerek düşüncelere daldı. Bu yerlerde geçirdiği çocukluk günleri, çeşme başında her gün kızlarla yarenlik edişi, gözlerinin önünde canlanıyor, bu yerlerden, baba ocağından ayrılacağı için duygulu ve hassas Arzıcık hüzünlenip güzel gözlerinden inci taneleri gibi göz yaşlan dökülüyordu.

İşte tam bu sırada, çeşmenin üst tarafında bir şeyin kıpırdadığını farketti. Korkuyla doğruldu. Fakat aynı anda Ali baba çeşmenin üstündeki kayaların üzerinden bir kedi çevikliği ile atlayıp önüne gelmiş, karanlık yüzü ve korkunç gözleri Arzının üstüne bir kâbus gibi çökmüş, iki kuvvetli elde arkasından yaklaşıp onu yakalamıştı bile. Böyle pusu kurulup, kaçırılmak hiç aklına gelmeyen saf ve temiz düşünceli zavallı Arzıcık neye uğradığını şaşırmış, korkudan adeta dili tutulmuştu. Sadece tiz bir çığlık atabildi. Lakin anında iki kaba el ağzımda kapatmıştı. Zavallı kız bağırmak değil, nefesini bile zor alıyordu. Hain hırsızlar bu kıymetli avlarını yakalar yakalamaz hemen gemilerine koşmaya ve yelken açmaya başlamışlardı. Bezirgan başı Ali baba günlerdir izlediği fakat düğününün yapılmasıyla bütün ümitlerini kaybettiği bir sırada kıymetli avını böyle kolayca ele geçirmiş olmaktan büyük memnuniyet duyuyor. Bu güzeller güzeli dilber Arzı'yı saraya satarak alacağı altınların hayaliyle keyfinden korkunç, çılgın naralar atıyordu.

Arzı'nın çığlığını duyan Abiy Aga, Asan ve bütün düğün halkı ile birlikte endişe ve telaş içinde derhal yalıya (deniz kenarına) koşup geldiklerinde maalesef artık Ali babanın gemisi Karadeniz'in dalgalan arasında ufka doğru yelken açmış, uzaklaşmaya başlamıştı bile. Ne olup bittiğini gayet iyi anlayan halk şaşkınlık, çaresizlik, keder ve üzüntü içinde ufukta kaybolan yelkenli­nin arkasından bakmaktan başka bir şey yapamamış, donakalmış zavallı ihtiyar Abiy Aga da, bu felaket karşısında yığılıp kalmıştı.

Arzı'nın her zaman şen türküleriyle coşkun akan çeşme bile bu korkunç olaydan sonra yavaş yavaş suyunu azaltmış sanki Mishor halkının kederine. Arzım kaderine ağlarcasına suyu göz yaşı gibi damla damla akmaya başlamıştı.

Mishor'da çeşme başından kaçırılan bahtsız Arzı'yı Ali baba Ìstanbul'a getiriyor... O devirde dünyanın her tarafından zorla, kaçırılıp getirilen kızların büyük paralar karşılığında satıldığı esir pazarları varmış. Beyler, paşalar haremleri için buralardan cariyeler satın alırlarmış. Zaman zaman padişahın harem ağaları da bu pazarı yoklar, saraya lâyık dilber cariyeler ararlarmış.

İşte, güzel Arzı'da haydut Ali baba tarafından bu pazara getiriliyor. Onu gören bir harem ağası tarafından çok beğenilerek ağırlığınca altın karşılığı satın alınıp, sarayda padişahın huzuruna çıkarılıyor, padişahın büyük hayranlığını kazanan Arzı derhal emrine bakıcılar tahsis edilerek hareme alınıyor. Çok memnun kalan padişah Ali babaya ayrıca hazineden büyük ihsan ve bağışlarda bulunuyor.

Altınlar, ipekler, nimetler içinde padişahın özel lütfuna mazhar olan Arzı'yı ise hiçbir şey memnun edemiyor, gönlünü alamıyor. O yurduna, ana, babasına ve sevdiğine olan hasretinden her geçen gün daha fazla sararıp soluyor. Haremde herkesten, her şeyden uzak içine kapanık yaşamayı yeğliyor. Bir yıl içinde padişahtan olan oğulcuğu bile onun kederini, üzüntüsünü dağıtamıyor.

Nihayet günlerden bir gün bahtsız Arzı yine büyük bir yeis ve üzüntü içinde kucağındaki minik oğlu ile sarayın denize bakan kulelerinden birine çıkıp kendini yavrusu ile birlikte denizin soğuk sularına atıyor. Boğazın gümüş renkli dalgalan arasında kaybolup gidiyor...

İşte o akşam: Arzı kız kucağında yavrusu ile " Deniz anası" olup Mishor yalısındaki çeşmesine çıkıyor. Susuzluktan içi yanmışçasına kana kana su içiyor. Çeşmesinin taşlarını hasret, muhabbet ve sevgi ile okşuyor. Eski zamanlarda olduğu gibi yine deniz kenarında oturup derin düşüncelere dalıyor, neden sonra güzel yüzünü köyüne, evine doğru çevirip derinden, yürekten yanık bir " ahh..."çekerek tekrar denizin dalgaları arasında kaybolup gidiyor...

O günden beri derelerden az mI sular aktı, az mı yıllar, asırlar geçti. Lakin dilber Arzı hakkındaki bu efsane hatırdan hiç çıkmadı, unutulmadı, dillerde destan olup kaldı.

Ruslar Kırım’ı işgal ettikten sonra bu bölgeyi mülküne geçiren Prens Knyaz Yusupov bu efsaneden çok etkilenir ve destanda adı geçen sahile bir çeşme ve Arzı Kız ile Ali Baba’yı tasvir eden bir anıt inşa ettirir. Denizin ortasında da deniz kızına dönüşen Arzı Kızı kucağındaki oğluyla tasvir eden bronzdan bir heykel yaptırır. Heykel zamanla Karadeniz’in azgın dalgalarına dayanamayarak yıkılsa da bilahare yerine bronzdan bir heykel daha yapılmıştır. (
wikipedia)

(*) ARZI KIZ efsanesi: Kırım'ın yalı boyu köylerinden "Mishor" da XVII. asırda geçen bir olaydan kaynaklanmaktadır. Detaylara ilişkin ufak-tefek farklılıklar arz eden variantları varsa da, Kırım da halk arasında yaptığım araştırma ve derlemelerde bu şeklin en yaygın olarak söylendiğini tesbit ettim. Ayrıca "Kırım Efsaneleri* Simferopol. 1968, ve Cafer Bekir(ov)'un * Tatar Folkloru* Ukutuvçı neşriyatı, Taşkent. 1975 yayınlarından yararlandım. Dr. Y.Bektöre.
Arzı Kız -Eskişehir Kırım Folklor Derneği Yayınları , Eskişehir 1991 Sf.18

Efsane vatan kırım
sitesinden alıntılanmıştır

Çine Çayı Efsanesi

| Cumartesi, Eylül 20
Çine, Ege Bölgesi'nde Aydın ilinin bir ilçesidir ve merkez ilçeye 38 km. uzaklıktadır. Bu güzel Vadi ve içinden akan Çine çayı mitolojideki Marsyas efsanesine konu olmuş. Efsane şöyle: Tanrıça Athena bu vadi içinden akan derenin kenarında dolaşıp kaval çalarken sudaki aksinde yanaklarının şişkin olduğunu görmüş. Aksini çirkin bulup fırlatıp atmış kavalı. Kavalı bulan Marsyas zamanla öyle güzel çalmaya başlamış ki, ünü her yeri sarmış. Müzikte kendisini rakipsiz gören Tanrı Apollon'a kafa tutar hale gelmiş. Apallon Marsyas’ı yarışmaya davet etmiş. Kral Midas da hakem olmuş. Marsyas kavalı daha güzel çalmasına rağmen yenik ilan edilmiş, ama kıskançlığını yenemeyen Apollon Marsyas’ın derisini yüzdürmüş, Midas’ın kulaklarını eşek kulağına dönüştürmüş. Ama sonradan yaptığna pişman olup Marsyas’ın bedenini ırmak haline getirmiş. İşte antik adıyla Marsyas, bugünkü adıyla Çine çayı böyle oluşmuş.

Demirci Dede Söylencesi

|
Bir zamanlar, Çeştepe Köyü'nde yaşlı, çalışkan bir demirci yaşamaktadır. Köyün tek demircisidir. Kimsenin işini geri çevirmek istemez. Geç saatlere kadar çalışır herkesin işini görür. Günün birinde dükkana gelenler Demirci Dede'yi göremezler. Merak edip evine varırlar: Demirci Dede ölüm döşeğindedir. Başına toplanan köylüler "Sen bizi bırakıp gidiyorsun bizim işimizi kim görecek, aletlerimizi kim onaracak....." diye sızlanırlar. "Ben Hak'ka kavuştuktan sonra da sizinle birlikte olacak, işlerinizi yine görecek, demiriniz hiç eksilmeyecek, sizler demirden ekmek yiyeceksiniz" der ve gözlerini yumar.
Demirci Dede Çeştepe'ye gömülür. Öldükten sonra da köylüsünü yanlız bırakamaz. Söyledikleri bir süre sonra çıkar. Mezarının karşısında uzun uzun bacalar tütmeye başlar. Kendisinin binbir güçlükle çıkarıp işlediği demir, tesislerde üretilir.

Merkezefendi Söylencesi

|
Merkez Efendi, 1463'de Denizli'de doğmuş, İstanbul medreselerinde okumuş, müderrislik yapmış, Manisa'ya gitmiş ve burada mesir macununu bulmuş, tekrar İstanbul'a gelerek Sünbül Efendi'ye intisap etmiştir. Halveti tarikatının Sünbüli kolu şeyhi Sünbül Sinan Efendi'nin halifesidir, onun vefatıyla şeyh olmuştur.

Merkezefendi medresede kızları ve erkekleri birlikte okuttuğu için Padişah'a şikayet edilir. Padişah da onu İstanbul'a çağırır. İstanbul'a geldiğinde Padişah'ı namaz kılarken bulur ve ona selam verir ve bekler. Padişah selam verince "Namaz kılana selam verilir mi? diye sorar. O da "Padişahım siz namazda sarayın tamirini düşünüyordunuz" der. Padişah şaşırır. Dediği doğrudur.

Sonra da "Siz kızlarla oğlanları birlikte okutuyormuşsunuz, hiç ateşle barut bir arada olur mu?" diye sorar. Merkezefendi kavuğunu çıkarır ve ateşle barutu göstererek "İşte böyle durur" der. Padişah Merkezefendiden hoşlanmış ve onun keramet sahibi biri olduğunu anlamıştır. İstanbul'da kalmasını söyler o da kabul eder.


Merkez Efendi bir gün dergâhın bahçesinde namaz kılarken, secdeye vardığı bir sırada, yerden bir ses işitti. Diyordu ki: "Ey Merkez Efendi! Yedi senedir yeryüzüne çıkmak için emrini bekliyorum. Beni bu hapishâneden kurtar. Zîrâ Allahü teâlâ, beni sıtma hastalığına şifâ olarak yarattı." Merkez Efendi namazdan sonra talebelerine; "Burayı kazınız. Sıtmalılara şifâ olacak bir su çıkacak" buyurdu. Kazdılar, kırmızımtrak bir su çıktı. Kuyu hâline getirdiler. Niyet kuyusu ismi verilen bu kuyudan, sıtma hastaları su alır içerlerdi. Bu suyu içen hastalar, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulurlardı.


Merkez Efendi, senelerce o dergâhta talebelere ders vererek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul'un çeşitli câmilerinde halka vâz ve nasîhatlerde bulundu. Onun vâzında câmiler dolar taşar, oturulacak yer kalmazdı.

Kızıl Ziyaret Söylencesi

|
Muş'un güneyindeki Kurtik Dağları üzerinde, eşsiz tabiat güzellikleriyle dolu bir düzlük vardır. Buraya Kızıl Ziyaret Tepesi denir. Tepeye ait efsanenin çeşitli anlatılarının en yaygın olanı şöyledir:

Bir zamanlar Kızıl Ziyaret Tepesi'nde yaşayan fakir bir adamın, dünya güzeli bir kızı varmış. Periden daha alımlı olan kızın güzelliği dillere destanmış. Kız bir çobana sevdalanmış ve onun yavuklusuymuş. İki sevdalı bir araya geldiklerinde, hep kuracakları yuvayı konuşur, gelecek mutlu günlerin hayaliyle yaşarlarmış. Yine aynı yörede yaşayan zengin mi zengin bir ağa varmış. Bu ağanın da şımarık mı şımarık bir oğlu varmış, Kızın güzelliği bu ağaoğlunun da kulağına gitmiş. Ağa oğlu, kızı gidip babasından istemiş.

Kız, "Ben ağa oğlunun olmam" demiş.

Ağa oğlu da, "Ben ki bu yörenin ağasının oğluyum, beni istemeyen kızı zorla da olsa alırım" demiş.
Ağa oğlu, adamlarını alarak kızın yaşadığı Kızıl Ziyaret Tepesi'ne gitmiş. Kız ve çoban yavuklusu, ağa oğlunun zorbaca bu niyetinden habersiz, her zaman olduğu gibi kuracakları yuvayı konuşuyorlarmış.
Ağa oğlu ve adamları, kızla çobanın buluştukları yere gelmişler.
Ağa oğlu, daha önce söylediklerini bir kere daha tekrarlamış ve "Güzel kız, ben seni istedim, ama sen bana varmadın. Ben de seni zorla alacağım," demiş.
Ağa oğlu ve adamlarının niyetini anlayan kızla yavuklusu, kurtulmak için çareyi kaçmakta bulmuşlar. Onlar kaçmış, ağa oğlu ve adamları kovalamış. Bu kovalamaca, dik bir uçurumun başına kadar sürmüş. Kız çaresizlikten Allah 'a yalvarmaya başlamış: "Yarabbim, ne olur, beni bu adama yar edeceğine, yer yarılsın da ikimiz de içine girelim." demiş.
Allah kızın duasını kabul etmiş ve kız duasını tamamlar tamamlamaz yer yarılmış ve kızla yavuklusu yan yana yerin içine girmişler. Yerin içine girerken, kızın bir tutam saçı, dışarıda kalmış,
O gün bu gündür, kızın bir tutam saçının dışarıda kaldığı yerde, yemyeşil çimenler çıkar. Kızıl Ziyaret Tepesi'ne, güzeller güzeli kızla, yavuklusu çobanın yerin içine girdiği yere gelenler, bu efsanevi aşıklara dua ederler.

Boruktolu Köyü'ndeki Adet ve İnanışlar ( Konya - Meram )

| Cuma, Eylül 19
Boruktolu Köyü İlköğretim Okulu'nda Türkçe Öğretmenliği yapan Sevilay Ayva'nın Boruktolu köyündeki adet ve inanışlar üzerine bir araştırma yapmış. Araştırmasına konu olan adet ve inanışları da çeşitli kategorilere ayırmış.Bu çalışmayı aşağıda görebilirsiniz veya orjinal çalışmaya buradan ulaşabilirsiniz ( PDF
http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/sevilay_ayva_boruktolu_adet_inanmalar.pdf


Sevilay Ayna'nın burada yer alan yukarıda belirtilen sitedeki çalışması istek üzerine silinmiştir



sevilay hanım öncelikle köyüm için ilgilendiğiniz için tşk ederim bu inanmalar ve adetlerle ilgili yazdıklarınızın bir çoğu benim köyümde ne yaşandığını gördim nede duydum ben 56 yaşında biriyim ben 100 yaşında büyüklerimlede yaşamış biri olarak siz hesab edin kaç yıl öncesini bilebileceğim sizden rica ederim eğer bunları yenileme imkanınız varsa yeniden bir araşdırma yaparak yenilemenizi rica ederim ben konya boruktolu köyü için bunları biliyorum benim bilmediğim başka bir boruktolu varda o köyle ilgiliyse lutfen onu belirtmenizi rica ederim değilse bir boruktol lu olarak benım ve benim gibi o köyde yaşayan insanlar için çok üzücü olur gereini yapacağınıza inanıyaor saygılar sunarım. - Boruktolu Köyü'ndeki Adet ve İnanışlar ( Konya - Meram )
İçeriği kaldır | Sil | Spam
Adsız
tarih: 25.11.2011


Sayın Boruktolu Köyünden büyüğümüz ilgili araştırma turkoloji sitesinde yayınlanan akademik bir çalışmadır. Bir zamanlar orada görev yapmış bir öğretmenin çalışmasıdır ilgili siteden alıntı yapılarak burada paylaşılmıştır. doğruluğu elbette orada yaşayanlar tarafından bilinir. akademik olarak burada yazılanlar bizim yazımız değildir yukarıdaki yazıyı okuyan okurlarımız elbette sizinde yorumunuzu görerek daha farklı bir gözle değerlendireceklerdir eğer sizler bu yazının kaldırılmasını isterseniz bunu belirttiğiniz taktirde kaldırılacaktır http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/sevilay_ayva_boruktolu_adet_inanmalar.pdf - Boruktolu Köyü'ndeki Adet ve İnanışlar ( Konya - Meram )
İçeriği kaldır | Sil | Spam
iltiriş
tarih: 05.12.2011




öncelikle ilginize tşk ederim yukardaki yazının kaldırılmasını sızden rica ederim köyüm adına böyle olmıyan adet ve geleneklerle tanınmamamsı daha uygun olacağını düsünor saygılarımı sunuyorum - Boruktolu Köyü'ndeki Adet ve İnanışlar ( Konya - Meram )
Yayınla | Sil | Spam
Adsız
tarih: 10.12.2011

Boruktolu Köyü Efsanesi ( Konya - Meram )

| Perşembe, Eylül 18
Konya'nın Meram ilçesine bağlı Boruktolu köyünün adının efsanesini sizinle paylaşmak istiyorum. Sizlerin de yaşadığınız bölgenin adıyla ilgili veya kimse tarafından bilinmeyen dilden dile anlatıla anlatıla günümüze gelmiş efsaneleri varsa bizimle paylaşabilirsiniz. Tek yapmanız gereken yorum göndere tıklayarak ilgili efsaneyi yazmak dilerseniz adınızı verebilir veya isimsiz olarak da yayınlayabiliriz.

Boruktolu Köyü 'nün 1770 yıllarındaa kurulduğu sanılmaktadır. Köy Konya Karaman yolunun 20. kilometresinde sağ tarafta bulunmaktadır. Bu köyün adıyla ilgili efsaneye Boruktolu Köyü İlköğretim Okulunda Türkçe Öğretmenliği yapan Sevilay Ayva'nın Boruktolu Köyü'ndeki Adet ve İnanışlar üzerine yapmış olduğu bir çalışmada ulaştım Buradaki adet ve inanışları bir sonraki yazımda sizlerle paylaşacağım. Birbirinden ilginç adet ve inanışları da en az efsaneler kadar merakla okuyacağınıza inanıyorum. Kimi adet ve inanışların sizin bölgelerde de olduğunu göreceksiniz, kimileri ise bu bölgeye özgü olarak ilk kez karşılaşacaksınız. İsterseniz sözü uzatmadan gelelim efsanemize.

Boruktolu Köyü Adının Efsanesi
Ahmet adında Konyalı bir çoban yaylaya çıkmak amacıyla köyün olduğu yere gelir. Bu bölgede de bol miktarda boruk adı verilen yabanî bir ot yetişmektedir. Ahmet, çobanlık yaptığı için barınmak amacıyla bu otlardan kendisine bir tol (ev) yapar. Ahmet’in düzenini ve bu bölgenin verimliliğini gören diğer çobanlar da buraya yerleşirler. Onlar da boruk otundan evler yaparlar. Böylece, köyün adı da “boruk otundan yapılmış tol (ev)”anlamına gelen Boruktolu olmuştur.
Boruk : dağlarda yetişen, kokulu, süpürge ve yakacak olarak kullanılan bir ot türü olarak internette tanımlanıyor fakat bu ot ile ilgili olarak görsel materyal bulamadım.

Kıbrıs Kırk Bir Deliler Fıkraları 4

| Çarşamba, Eylül 17
Kırk Bir Deliler sıcak bir günde ava çıktılar. Ovada ağızlarından soluyarak yürümeğe başladılar. Gide gide yollarının üzerinde içinde ağzı açık bir kafa bulunan havuz gördüler. Sudaki akislerini tanıyamadılar,korktular. Delilerden biri bağırdı:
-Suyun içinde ağzı açık kırk bir tane kurukafa var, bizi yiyecekler, dedi.
Bir diğeri:
-Haydiyin birer taş alalım, havuzdakileri öldürelim, dedi.
Hepsi birer taş alarak var güçleriyle havuzdaki suya attılar. Su dalgalanınca görüntüler kayboldu. Suya baktıklarında yüzlerini göremediler,sevinerek hep bir ağızdan:
-Bize kırk bir kere maşallah, kırk bir canavara kırk bir taş attık, hiç biri boşa gitmedi, dediler.


Kırk Bir Deliler bir gün ovada gezinirken önlerinden bir tavşan geçti. İçlerinden biri:
- Haydiyin koşalım , bu tavşanı tutalım , dedi.
Delilerin hepsi tavşanın arkasına düştüler, artlı önlü koştular. Tavşan korktu, bir delik bularak içine girdi. Deliler deliğin ağzında toplandılar. İçlerinden biri sordu:
-Tavşan deliğe girdi, nasıl tutacağız?
En akıllıları da:
-Birimiz deliğe girip tavşanın ayaklarını tutacak, biz de deliğe girenin ayaklarını çekeceğiz.
Delilerden biri başını deliğe zar zor soktu. Arkadaşları da ayaklarını tuttular, var güçleriyle çektiler. Deliğe giren delinin başı iki taş arasına sıkıştı. Deliler, arkadaşlarının ayaklarını çeke çeke kafasını kopardılar.
Delilerden biri:
-Be arkadaşlar bunun kafası yok.
Bir başkası:
-Bakın kanlara bunun kafası içeride kaldı, tavşanı yer.
Aralarında tartışma çıktı, kafasız deliyi evirdiler çevirdiler.
En akıllıları:
-Bu deliğe girmeden önce kafası var mıydı, yok muydu?
Deliler hep birlikte:
-Gidelim , karısına soralım.
Deliler kafası kopuk deliyi yüklenerek evine götürdüler,karısına sordular:
-Bunun kafası var mıydı,yok muydu?
Karısı da:
-Vallahi bilmem , sabah tarhana çorbasını içerken sakalı cong cong ederdi. Ama kafası var mıydı, yok muydu bilemem.

Kıbrıs Kırk Bir Deliler Fıkraları 3

|
Kırk Bir Deliler köylerindeki imamla tartışıp kavga ettiler. İmamın canı çok sıkıldı:
-Ben bu insanlara imamlık etmem.
Hoca öfkeyle köyü terketti ancak dalgınlıkla caminin anahtarını da birlikte götürdü. Köy imamsız kalınca delilerin en akıllısı :
-İmam Efendi kaçtıysa kaçtı, ne yapalım. Onun yerine ben imamlık yaparım, yeter ki caminin kilidini açabilelim.
Kırk Bir Deliler de :
-
Doğrudur , okuduğu ne ki ! İki elham bir kuluvallahi. İmam efendiden senin fazlan var, eksiğin yok.
En akıllıları da :
-
Öyleyse handa toplanalım, kilidi nasıl açacağımızı tartışalım.
Deliler hanın büyük odasında toplandılar, tartışmaya başladılar. Bu sırada büyük bir fırtına koptu, hanın kapısı kapandı. Deliler içeride kaldılar, odadan dışarıya nasıl çıkacaklarını tartışmaya başladılar. Kimsenin aklına kapının mandalını kaldırmak gelmedi. Her kafadan bir ses çıkıyordu. En akıllıları:
-Kapıyı fırtına kapattı, bekleyelim adamsa adamlığını yapacak, kapattığı gibi açacak.
Aradan saatler geçti , fırtına çıkmadı, acıktılar, susadılar,sonunda tavanı delip çıkmaya karar verdiler. Birbirlerinin omuzlarına bastılar, düşe kalka odanın kiremitlerini kaldırdılar. Birbirlerini dama çekmeye başladılar. Onlar dama çıka dursunlar , delileri karıları merak edip çocuklarını aramaya gönderdiler. Çocuklardan biri de hana gitti. Büyük odanın mandalını açıp kapıyı açtı, birbirlerinin enselerine binmiş insanları görünce korkup kaçtı. Kapı açıldı rüzgar içeri girdi. Kapının açıldığını gören Kırk Bir Deliler birbirlerinin omuzlarından patır patır atlayıp kapıdan çıktılar. İçlerinden en akıllısı:
-Deli fırtına , ne işin vardı da bizi bu kadar beklettin ?


******************************
Çok sıcak bir yaz günüydü , hava sanki alev esiyordu. Deliler ne yapacaklarını bilemediler, dam altına girmeye de akıl erdiremediler. Güneş altında adam akıllı terlemişlerdi. Serinlemek umuduyla dağ taş dolaşmaya başladılar. Geze dolaşa yolları bir havuzun yanına çıktı. Havuz başında toplandılar. İçlerinden birinin eli suya değdi, arkadaşlarına:
-Sıcaktan kurtulduk , su çok serin, gelin ayaklarımızı suya sokarak serinleyelim, dedi.
Kırk Bir Deliler havuz başına dizilerek ayaklarını suya soktular. Ayaklarını sallayarak suyla oynamaya başladılar. Su dalgalandıkça ayaklarının görüntüleri birbirine karıştı, kimse ayaklarının görüntüsünü diğerlerinden ayıramadı.
İçlerinden biri:
-Bu ayak benimdir, bu ayak senindir , dedi.
Öteki: Yok, şu ayak benim , şu ayak senin, dedi.
Beriki:
-İkiniz de yanlışsınız, gösterdiğiniz ayaklar benimdir.
Deliler ayak kavgasına başladı, o sırada havuzun yanından bir Bektaşi geçiyordu. Tartışmayı duyarak yanlarına gitti . Ne yaptıklarını sordu, cevabı duyunca yandaki ağaçlığa giderek sağlam bir ılgın çilpisi kesip havuz yanına geldi. Sırayla delilerin ayaklarına vurmaya başladı. Her vurduğunda delilerden biri:
-Ay ayağım, dedi, ayağını sudan çekti. Bektaşi de o zaman:
-Hah, sudan çektiğin ayak senin ayağındır, dedi.
Bektaşi böyle böyle bütün delileri sıra dayağından geçirdi. Ayağını sudan çıkaran deli evine doğruldu. Bektaşi de yoluna devam etti.
Aradan aylar geçtikten sonra Kırk Bir Delilerin akıllarına Bektaşi’den yedikleri dayak geldi. Hepsi birden yollara düşerek Bektaşi’yi aramaya başladılar, geze dolaşa yolda bir sakallı adam görüp Bektaşi sanarak peşine takıldılar. Sakallı adam koştu deliler koştular. Sonunda sakallı adamın gücü kuvveti kesildi, peşinden koşanların da akıllı adamlar olmadığını anladı. Yolunun üstünde gördüğü kamışı alarak yerdeki öküz tersine batırarak kamışı bayrak gibi dikip , var gücüyle oradan uzaklaşmağa çalıştı. Deliler kamışın üzerindeki öküz tersine baktılar.
Biri:
-Öküz bu kamışın üstüne nasıl çıktı? Dedi.
Öteki kamışın yaprağını göstererek:
-Buraya bastı çıktı, dedi.
Bir diğeri:
-Yok, oradan değil buradan çıktı, dedi.
Onlar tartışırlarken sakallı adam da sıvışıp kaçtı.

Deliler Bektaşi’den yedikleri dayağı bir türlü unutamadılar. Sakallı adamı aramaya gittiler. Yolda önlerine bir hoca çıktı, çobanla konuşuyordu. Hoca sordu:
-Niçin camiye gelmiyorsun?
Çoban :
-Abdest almayı, namaz kılmayı bilmem.
Hoca:
-Ben sana tarif ederim, karşıda gölek var git , suya batıp çık.
Deliler de çobanın peşine düştüler, göleğe gittiler, hep birlikte yıkandılar.Giyinip hocanın yanına geldiler.
Hoca:
-Haydiyin camiye.
Hoca önde, Kırk Bir Deliler ve çoban arkada camiye girdiler.
Hoca: Şöyle sıra sıra dizilin.
Hoca Kırk Bir Deliyi ve çobanı safta dizdi. Ardından da:
-Benim her söylediğimi siz de söyleyecek, yaptığımı yapacaksınız.
Deliler ve çoban hep bir ağızdan:
-Peki hoca Efendi.
Hoca başa geçti, çoban ve deliler hocanın ardında saf tuttu. Hep birlikte namaz kılmaya başladılar. Çobanın kavuğunun püskülü vardı, eğilip doğruldukça kavuğun püskülü hocanın değmemesi gereken yerine değdi. Bir iki derken hoca utancından eğilip büzüldü, bir adım öne gitti, çoban da bir adım öne çıktı. Namaz devam etti fakat sonunda çobanın kavuğunun azizliğine dayanamadı. Hoca namazı yarım bırakarak çobanın ensesine bir tokat indirdi. Çoban da tokadı yer yemez en yakınındakine bir tokat vurdu. Deliler de sırayla birbirini tokatlamaya başladılar. Hoca içerideki kıyameti görünce camiden dışarı atıldı. Kırk Bir Deliler de hep birlikte dışarıya çıktılar. Hoca sinirinden tir tir titriyordu.
-Ben ne yaparsam onu yapacaksınız demedim mi ?
Bu söz üzerine Kırk Bir Deliler sırayla hocanın ensesine birer tokat attılar. Hoca can havliyle var gücüyle bağırdı:
-Namaz bitti, tokat bitti.
Delilerin en akıllısı:
-Şimdi ne yapacağız.
İçlerinden biri:
-Sakallıyı bulmaya gidelim .
Bu söz üzerine Kırk Bir Deliler yeniden yola koyuldu.


Kıbrıs Kırk Bir Deliler Fıkraları 2

|
Kıbrıs'ın Kırk Bir Deliler fıkralarına kaldığımız yerden devam ediyoruz. İşte sıradaki fıkralar.

Kırk Bir Deliler kırk yıldır değirmene giderlerdi ama değirmenin yolunu bir türlü öğrenemediler. Eşeklerine buğdaylarını yükleyip, hangi yoldan gideceğini düşünmeye başladılar. İçlerinden en akıllılarından biri :

-Haydi diyelim ki siz delisiniz, ben de deliyim, eşekleriniz de deli midir? Düşelim eşeklerimizin peşine, onlar bizi değirmene götürür, dedi.

Öyle de yaptılar, eşekler önde Kırk Bir Deliler arkada değirmenin yolunu tuttular. Yarı yola geldiklerinde delilerden biri öne atılarak yol kenarındaki arı kovanına elindeki çirpiyi soktu. Bütün arılar dışarı püskürerek insanları hayvanları sokmağa başladı. Canları yanan eşekler var güçleriyle koşmağa başladılar. Eşeklerin sırtlarındaki buğday denkleri dökülüp saçıldı, deliler hayvanları güçlükle toparlayabildiler. Değirmene boş çuvallarla geldiler. Olanları uzaktan gören değirmencinin küçük oğlu delilere:

-Bu delicesine koşma da niye, diyelim ki eşekleriniz delidir, siz de mi delisiniz ?

***************************
Kırk Bir Delilerin yaşadığı yerde koskoca kış boyu yağmur tıp bile demedi . Yiyecek ne unları ne de bulgurları kaldı. Komşu köyde çok varlıklı bir adam vardı, ambarları arpa ve buğdayla doluydu. Kırk Bir Delilerin durumunu görünce acıdı, yüreği dayanamadı. Hepsini köylerine çağırarak hepsine birer kile buğday verdi . Deliler para vermek isteyince almadı :

-Güle güle yiyin , ölmüşlerime dua edin bu bana yeter, dedi.

Kırk Bir Deliler çuvalları omuzlarına vurdular, köylerinin yolunu tuttular, epeyce yürüdükten sonra yorulup bir ağacın gölgesine oturdular. Konuşmaya başladılar, en akıllılarından biri:


-Bu adam bize birer kile buğday verdi, ama hiç düşündünüz mü ? Kilesi eksik mi, tamam mı, hileli mi , hilesiz mi ? Ben böyle hileli ölçülmüş buğday istemem. Ya siz....?
Öteki deliler de :
-Doğru söylersin, geri dönelim buğdayları verelim , dediler.
Hep birlikte geri dönerek kendi çuvallarıyla buğdayları zengin adamın kapısına bırakıp köylerine geri döndüler.


*****************************

Kırk Bir deliler boş oturmaktan sıkılıp meslek öğrenmeğe karar verdiler. Kendilerine en uygun meslek olarak terzilik ve kunduracılığı seçtiler. Oturup bir ayakkabıyla bir ceket yaptılar. Terziler birbirine sordular:

-Ceketin cebinin ağzı aşağıya doğru mu yoksa yukarı doğru mu olacak?

Tartıştılar, konuştular, ama bir türlü karara varamadılar. Aldılar ceketi en akıllılarına götürdüler. Kunduracılık yapanlar da topuğun nereye konulacağını bilemediler. Onlar da ayakkabıyla topuğu alıp en akıllılarına gittiler, dertlerini anlattılar. En akıllıları ceket cebiyle topuğu alıp elinde evirdi çevirdi:

-Öne de koysanız olur , arkaya da, siz en iyisi topuğu cekete koyun, cebi de ayakkabıya dikin , dedi.

******************************

Kıbrıs'ın Kırkbir Deliler Fıkraları 1

| Salı, Eylül 16
Kıbrıs'a özgü kırk deliler fıkralarını hiç duydunuz mu ? Bugün bir değişiklik yapalım ve bu fıkraları paylaşalım istedik. Hoşunuza gitmesi okudukça, hatırladıkça sizi gülümsetmesi dileğiyle...

Kırk Deliler Fıkraları

Vaktin birinde, zamanın ikisinde bir memlekette kırk bir deliler yaşardı. Bir gün kırk bir delilerin canı sıkıldı, oyalanacak bir şeyler aradılar, bulamadılar. Tavuk kümesine giderek kümesin kapısını açarak tavukları kovalamaya başladılar. Tavuklar can korkusuyla sağa sola dağıldılar. Bir tavuk kuyuya düştü, bunu gören dediler kuyunun başında toplandılar. Kuyunun içindeki tavuğu görünce hep birlikte göğüslerini döverek ağlamağa başladılar.

- Kuyuya tavuk yerine çocuğumuz düşseydi halimiz ne olurdu , kuyudan kim çıkarırdı, acısına yüreğimiz nasıl dayanırdı,daha dünyasına doyamadan kara toprak olacaktı ?

Bir yandan da:

- Ah yavrum sen öleceğine ben öleydim demeye başladılar. Çığlıkları yeri göğü inletiyordu. Bu sefer de kuyuya beddua ettiler.

-Kör olası kuyu , can aldın , kim bilir daha kaç can alacaksın ? demeye başladılar.

Ağlamaları duyup işitenler delilerin yanına gelerek ne olduğunu sordular. Deliler hem ağladılar hem de anlattılar. Bu sırada bir çocuğun ayağı kuyunun kapağına takılınca kuyunun kapağı kapandı. Kırk Bir Deliler kırk yıllık kuyularının kapağı olduğunu o gün fark ettiler.


************************
Kırk Bir Delilerden birinin düğünü vardı. Gelinin başını süslediler püslediler, gelinliğini giydirdiler. Sıra gelinin odadan çıkmasına geldi. Odanın kapısı alçaktı. Gelin her dışarı çıkmağa çalıştığında kafasını kapının üstüne çarpıyordu. Gelin bütün uğraşmasına rağmen kapıdan dışarı çıkamadı. Bunun üzerine çare bulmaları için Kırk Bir Delilerin en akıllılarını çağırdılar. Akıllılar geldiler. Birisi:
-Bu gelinin dışarı çıkabilmesi için ayaklarını kesmek gerekir.
öteki deli
-Yok , ayakları kesik gelin olmaz, iyisi mi evi yıkalım.Tartışma uzayıp gitti.
O günlerde köyde bir gezgin vardı, kalabalığı görünce merak edip eve gitti. Tartışmaları dinledikten sonra başını eğerek odaya girdi. Gelinin omzuna kuvvetli bir yumruk vurunca gelinin beli büküldü. Gelin korkuyla kapıdan dışarı savruldu.
******************************
Kırk Bir Delilerin yaşadıkları yerde kış çok soğuk geçmişti. Her yan dondu, sular buz kesti. Kırk Bir Delilerden bir kocakarı vardı. Soğuklara yenik düşerek hastalandı, ciğerleri iflas etti. Kocakarıyı arkadaşları işinin ustası bir hekime götürdüler. Hekim kocakarıyı iğneden ipliğe muayene ederek kocakarının soğuktan titreyen yaşlı bedeninin sıcaklığını ölçtü. Gerekli ilaçları verip ardından da :

-Yemene içmene çok dikkat et, bedeninin sıcaklığı çok düşük. Bulutlu günlerde ocak başında otur, güneşli günlerde de güneşten bol bol yararlan, bilirsin güneş girmeyen eve hekim girer, dedi.
Kırk Bir Deliler kocakarıyı evine götürdüler. Kocakarı ayakta duracak halde değildi. Hemen yatağına yatırdılar. Dışarda bol güneş vardı. İçlerinden en akıllıları:
-Hanım ninemizin yattığı yerde güneş yok, oysa dışarda bol güneş var. Haydiyin kalburları alalım, arkadaşımızın yattığı yere güneş taşıyalım, dedi.
Hepsi de:
-
Doğru söylersin, hekim de ‘’Güneşten bol bol yararlansın’’ dedi. Haydiyin kalburları alalım, taşımağa başlayalım.
Kırk Bir Deliler kalburları alıp güneşe koştular. Kalburları yere koyup biraz bekledikten sonra kalburları aldıkları gibi kocakarının evine koştular. Gün boyu içerisiyle dışarısı arasında mekik dokudular.
O sırada köye gelen bir yabancı boş kalburla koşuşanları görünce merak edip sordu.
-Yaptığınız nedir?
Kırk Bir Deliler hep bir ağızdan :
-Hanım Ninemizin soğuktan ciğerleri hastalandı, onun için odasına güneş taşırız, dediler.
Köydeki yabancı Kırk Bir Delilere bakıp güldü. Sağına soluna bakınarak bir kazma buldu. Kocakarının evinin güney duvarını yıkarak bir pencere yaptı. Güneşi evin içine taşıdı. Kırk Bir Deliler alaylı gözlerle baktılar,
En akıllıları:
-Duvarı yıkarken onca toz duman çıkardın, oysa biz tertemiz güneş taşıyorduk. Bizleri de işsiz bıraktın, biz şimdi ne yapacağız?
Köydeki yabancı boynunu büktü, kendi kendine mırıldanarak:
-Ben kendimi aklı kısa sanırdım, meğer neler varmış neler? Şükür halime , diyerek köyden hızla uzaklaşıp yerine yurduna gitti.
*******************************
Cuma günleri Kırk Bir Delilerin helva günüydü. Tencereler ateşin üstüne kondu, yağlar, şekerler, unlar çıkarıldı. Topak topak un helvaları yapılarak her bir deliye birer topak verilerek dağıtıldı. İçlerinden iki akıllıcası helva topaklarını ellerinde evirdiler, çevirdiler.
Biri: Seninki daha büyük onu isterim , dedi.
Öteki: Yok, seninki daha büyük , dedi.

Tartışma büyüdükçe büyüdü, sonunda tartmaya karar verdiler. Bir terazi bularak yol ortasında tartmaya karar verdiler. Terazinin bir gözü ağır gelince ağır taraftan bir parça kopararak öteki tarafa koydular. Bu sefer de öteki taraf hafif geldi. Saatlerce uğraşmalarına rağmen bir türlü kefeleri denk getiremediler. Köye uzun yoldan bir gezgin geldi, karnı da zil gibi açtı. Bunları gördü:

-Tartmanıza yardım edeyim, dedi. Deliler de:
-Yardım et , dediler.

Gezgin helvaları terazinin kefelerine koyarak kolu çekti. Bir kefedeki helva ağır gelince helvayı ısırdı. Ağır gelen taraftan tekrar ısırdı. Maksadı helvaları eşitlemek değil yemekti. Her tartışta bir lokma ısırdı. Tarta tarta kefelerden birinde helva bitti, diğer kefede çok küçük bir parça helva topağı kaldı. Gezgin ağızlarının suyu akarak bakan delilere;

- Helvalarınızı tartacağım diye kan ter içinde kaldım, yoruldum. Bu topak da emeğime tutar diyerek son kalan helva parçasını ağzına attı. Delilerin şaşkın bakışları arasında çekip gitti. Deliler de ağızları açık arkasından bakakaldı.