7. yüzyıl’dan 16. yüzyıl’a kadar dönem dönem gündeme gelen bir efsane, Fransa krallarının ve Avrupa halklarının “Troya kökenlerini” dillendirerek, Fransız ve Türk halklarının akrabalığından dem vurur.
Prof. Dr. Pierre Chuvin, Paris 10 Nanterre Üniversitesi
Konstantinopolis’in 29 Mayıs 1453’te II. Mehmed tarafından fethedilmesi bir meşruiyetin diğerinin yerini aldığının çok açık bir göstergesiydi. Fatih Sultan Mehmed yine de belli bir devamlılık sağlamaya önem verdi, nitekim Kayser-i Rum yani “Romalıların İmparatoru” ünvanını aldı. Bu ünvan Roma şehrine sahip olunduğunu ifade eder. Söz konusu şehir, ister İtalya’da Tiber Nehri kıyısındaki ilk Roma olsun, ister Boğaziçi’ndeki ikinci Roma.
1453’te İmparatorluk İtalya’daki Roma’yı terk edeli (476) neredeyse bin yıl olmuştu. Ancak 476’da Doğu Roma’ya yani Konstantinopolis’e İmparatorluk iktidar sembollerini yollayan Cermen kabile lideri ne İmparatorluğu yıkmak ne de İmparator’un yerini almak istemişti. Konstantinopolis hükümdarının göstermelik egemenliği altında hükmetmek onun için yeterliydi.
Frenk kralı Clovis de (511’de ölmüştür) farklı davranmayacak, kabilesi karşısında gücünü krallığından alırken, diğer devletler karşısında Roma İmparatorluğu konsülü ünvanını kullanacaktı.
O halde Doğu ve Batı Roma imparatorluklarının son kalelerinin yıkılmaları aynı siyasi sonuçları doğurmadı. Doğu’da 1453’te durum açıktır; Sultan’ın tüm dünyayı yönetme hakkı tartışmasız sağlanmıştır. Batı’da ise 476’dan itibaren iktidar krallar arasında parçalanıp paylaşılır. Boş kalan İmparatorluk tahtına bir süre için 800 yılında Roma’da Papa’nın elinden taç giyen Büyük Karol (Charlemagne) çıkar ve böylece daha sonra kurulacak “Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun temellerini atmış olur.
Bu İmparatorluk ise, 1802’ye kadar varlığını koruyacak, son mirasçısı Habsburg Hanedanı da Osmanlı’nın değişmez hasımlarından biri olacaktır. Habsburg hanedanı, Batı’daki kralların da “doğal” düşmanı olmuştur. Bu krallar hükümranlıkta onunla boy ölçüşemeseler de, evrensellik iddiasında olduğu halde, kısa sürede “Romalı”dan çok “Cermen”e dönüşen bir imparatorluğa her türlü bağımlılığı reddediyorlardı.
Fransa kralları toprakları üzerindeki bağımsızlıklarını hukuki bir çerçeveye oturtmak için, imparatorlukların birbirini takibi ve iktidarın devrine ilişkin Antik Çağ teorilerini kendi kullanımlarına uyarlayacak bilge din adamlarının ve vakanüvislerin yardımına başvurdular. Ve işte burada, Fransızlar, pek inandırıcı olmasa da, bir hakkın ispatı için gerekli gözüken kalıplar dahilinde Türklerle “kuzen” olduklarını keşfettiler…
Tarihin arkasına saklanan efsane, M.Ö. 12. yüzyıl’da Troya’da başlar. Yunan istilacılar güzel Helena’nın kaçırılmasına gereğinden fazla tepki göstererek Troya’yı cezalandırmak için bu şehrin sonunu getiren bir sefer düzenlerler. Kıyımdan kurtulanlar Batı’ya doğru kaçar: Aeneas (Ene) ikinci bir Troya olacak Roma’nın doğacağı Latium’a varır. Antenor da Adriyatik’in en kuzeyine, Venedik ve Padova’nın kurulacağı bölgeye ulaşır.
Tüm bunlar özellikle Augustus döneminde, Vergilius’un Aeneis kitabında aktardığı Roma efsanelerine denk düşer. Bu destan, sürgünden yeni bir vatanın inşasına, başarısızlıktan çarpıcı bir zafere giden yoldur. Yeryüzündeki en parlak gelecekten, Roma’nınkinden bahseder. Aeneas’ın kaçışı Roma İmparatoru Augustus’un zaferini hazırlayan ilk basamaktır. Aeneis’in esas amacı, artık tüm Akdeniz’e yayılan Roma İmparatorluğu iktidarının Roma’yı başkent olarak koruması ve başkentin Doğu’ya taşınmaması gerektiğini savunmaktı.
VII. yüzyıl’dan itibaren, yeni Aeneis’den oldukça uzun zaman sonra, özellikle de Historia Francorum’un yazarı Fredegaire tarafından bu efsaneye beklenmedik eklemeler yapıldı.
Efsaneye Aeneas’ın ağabeyi Friga’nın oğlu Fransiyon (Francion) adında biri daha eklendi (ya da uyduruldu), bu kişi tabii ki Frenklerin atasıydı. 13. yüzyıl’dan itibaren Grandes Chroniques de France’da (Fransa’nın Büyük Vakanüvisleri) yeniden gündeme gelen efsane, 14. ve hatta 15. yüzyıl’da daha da zenginleştirildi. Aeneas’ın soyağacı genişletildi ve aileye Makedonların ve Büyük İskender’in atası yanı sıra, Türgotüs (Turgotus) ya da Türküs (Turcus) denilen birisi daha katıldı. Bu Türküs tabii ki Türklerin atasıydı. Böylece Türküs ve Fransiyon “kuzen oluyorlardı (çünkü Fransiyon Hektor’un oğlu, Türküs de Troilus’ün oğluydu); ve adı Tuna olan bir nehirde yaşıyorlardı”.
Halkı sonradan Ren Nehri’ne yerleşen Fransiyon’a gelince, Roma İmparatoru’na vergi ödememek için Tuna’yı terk ediyor ve Franküs (Francus) ünvanını alıyordu, vakanüvisin anlatımına göre bu da “yavuz” anlamına gelmekteydi.
Bu şekilde akrabalıklar yaratılmasının amacı ortadadır. Böylece cesaretleriyle her tür vergiden muaf olan (zaten “franc” hür demektir, yani vergiden muaf) ve Avrupa nüfusunu oluşturan diğer boylarla eşit olduklarını, kardeş olmasalar bile en azından kuzen olduklarını kabul ettiren Frenkler (yani Fransızlar) bağımsızlıklarını ilan ederler.
Frenklerle kurmuş oldukları bağlar sayesinde Türkler Tuna havzasına hakim olmaya başladıkları dönemde Avrupa “ailesine” dahil olmuşlardır. Siyasi koşullara göre bu akrabalık bağları, Frenklerin ilk başkenti Sycambria’nın bulunduğu Tuna bölgesi üzerinde olası hak iddialarına gerekçe teşkil edebileceği gibi, bir ittifakı doğrulamak ya da tersine, taleplere destek sağlamak için, değişik amaçlarla da kullanılabilirdi. Buda yakınlarındaki Sycambria, Hunların lideri Attila’nın da başkenti olmuştu. Zaten Macarlar da kendilerini Hunların torunları olarak görüyorlardı…
O dönemdeki Fransız aydınları arasında, Paleologos hanedanından gelen imparatorların dinden sapmış olduklarına inananlar, Konstantinopolis’in fethinin Troya’nın Yunanlar tarafından yok edilmesinin bir intikamı olduğunu düşünürler. “Konstantinopolis’in Düşüşü” adlı eserinde Tours’lu Liquainus da bunu savunur (Vakanüvisi İmbroslu Kritovulos’a göre II. Mehmed, Troya önünde düşüncelere dalmıştır).
Haçlı Seferi tarihçileri ve taraftarları ise (Surlu Guillaume, Papa II. Pius) Türkleri (dönemine göre Selçuklu ya da Osmanlı Türklerini) Fransiyon’un kuzenleri olarak değil de “İskitler”in, yani bozkırlarda yaşayan göçebelerin torunları olarak görmeye çok daha yatkındırlar.
Fransa krallarının ve Avrupa halklarının “Troya kökenleri” konusundaki bu bütünleştirici ve bir anlamda eşitlikçi efsane, XVI. Yüzyıl’ın en başlarında, vakanüvis Jean Lemaire des Belges tarafından tekrar ele alındıysa da, tarih bilgisinin XVI. Yüzyıl’da kaydettiği ilerleme kısa sürede bu efsaneyi gözden düşürdü.
Çünkü hiçbir Antik belgede, Fransiyon’dan bahsedilmiyordu. Buna rağmen, sonraki iki yüzyıl süresince efsane gitgide azalan bir taraftar kitlesi bulmaya devam etti. Ta ki romantizm akımı bir başka efsane, “Galyalı Atalarımız” efsanesini yaratana dek.
Cesur görünümün altındaki üstünlük duygusuyla Galyalılar, “Troya kökenleri” kadar hayali ancak ondan daha dar görüşlü ve çok daha tehlikeli bir milliyetçiliğin taşıyıcısı oldular.
alıntı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 okur dedi ki:
ya daha çok ülkee lazım:(
Yorum Gönder