Geçmişden Günümüze Gelen Efsaneler, Destanlar, Söylenceler, Mitoloji, Hikayeler, Masallar , Türk folklorik motifler, şehirlerin efsaneleri,öyküleri

Sandıklı Adı ve Efsaneler

| Salı, Nisan 16
Her kent için olduğu gibi Sandıklı adı ile ilgili de bır çok efsane vardır.
Sandıklı’nın bulunduğu mevkide eski bir şehir olan sanduka manasına geldiği sanılan Kivatos adlı bir şehrin var olduğu, bu yüzden Aziz Mina'nın sandukası "diye de anıldığı söylenmektedir.
Yine halk arasındaki bazı rivayetlere göre eski Afyon yolu üzerindeki tepelerden birinde eski uygarlıklarda sandukalar içerisinde mücevherat bulunması ile bu ismin verildiği de söylenmektedir.
Araştırmalara göre iki farklı rivayet hasıl olmuştur. İlki Sandıklı ovası dağlarla çevrili gömülü bir sandukayı anımsattığı için bu ismin verildiğidir. İkincisi ise Etiler uygarlığında ilçeye Samuka denildiği için bu ad zaman içinde Sandıklı haline gelmiş olmasıdır.
Sandıklı Selçuklular döneminde Germiyan oğulları beyliğine geçmiştir. Halk
arasında anlatıla gelen şu hikayesi ise hayli yakın bir olasılıktır. Germiyanoğulları, Bizans beylerinin birinin düğün davetine 40 deve yükü 80 sandık hediyesi ile gider. Sandıklar içinde 80 asker saklıdır, böylece rahatça kaleye girerler. Gece yarısı askerler çıkarak Sandıklı kalesini ele geçirirler. Bu olay şehre Sandıklı ismi verilmesine vesile olmuştur denir.
Bir başka hikaye ise Germiyanoğlu beyi Emir Sandık Bey'in İsminden kaynaklanmış olma ihtimalidir.
Halk arasında anlatılan:
Damat, komşu köyden bir kızla evlenmiş ve gelini kendi köyüne götürmek için
yola koyulmuş. Yolda iki eşkıya kesmiş önlerini. Eşkıyalar, gelinin sandığındaki altınlar için, ikisini de öldürmüşler. Kırk yıl sonra, efsaneye dönen bu sandığın peşine iki delikanlı düşmüş. Efsaneye göre gelin, gömüyü çıkarmaya gelen herkese görünür ve korkuturmuş biçimindeki efsane de suları, doğası, doğal güzellikleriyle altın kadar kıymetli Sandıklı adının nereden geldiği üzerine daha pek çok menkıbenin oluşacağı kanısını uyanmaktadır.

Karkın Efsanesi

|
    Çok çok eski zamanlarda Karkın köyü verimli tarlaları bol suları ile ünlü bereketli bir köy imiş. Nüfusu da oldukça kalabalıkmış. Burasının ekinleri bir insan boyunda olup oldukçada bolmuş. Bir yaz günü işlerin yetişmediği adeta güneşle yarışın edildiği böyle bir günde köyden bir kadın küçük bebeğini sırtına sararak ekin biçmeye gitmiş. Ağustos’un o yakıcı sıcağında elinde orakla başlamış ekin biçmeye.
Ağaç gölgesindeki salıncakta uyuyan bebek ise bir zaman sonra uyanarak bağırmaya, ağlamaya başlamış. Koşarak bebeğinin yanına varan ana, kucağına alarak emzirmiş ama nafile bebek bir türlü susmuyormuş. Meğer bebek kakasını yapmış. Temizlemeye bez bulamayan kadın eline bir tutam buğday başağını alarak çocuğun altını temizlemiş.
İşte ne oldu ise o anda olmuş. Birden tepesindeki o yakıcı güneş kararmış, kara kara bulutlar öbek öbek kaplamış gök yüzünü.
Gök avazı çıktığı kadar gürlemeye başlamış. Şimşekler çakarak ortalığı bir velveleye vermiş. Sanki gök delinmiş de yağmurla birlikte taş yağmaya başlamış. Dereler coşup taşmış,yayla da koyunlar kuzular telef olmuş. İnsanlar feryatlar içinde oldukları yerden bile kımıldayamadan çamura gömülerek boğulmuşlar.Kimseyeye kötülüğü dokunmayan,iyi kalpli insanlar ise yüksek tepelerde bulunan mağaralara saklanmışlar. Koskoca köy kaşla göz arasında telef olup gitmiş. Meğer yaratanın nimetine yapılan saygısızlığın bir cevabıymış.
Tufandan geriye yalnızca bir avuç insan kalmış. İşte bu köyün adı da o günden sonra gark olunan yer anlamına gelen Karkın olarak söylene gelmiş.
Bu efsaneden dolayı olsa gerek bu köyde nimete asla saygısızlık ve kusur
edilmez.

Gelin Kayası Efsaneleri

|

Malatya’da anlatılan Gelin kayası efsanesi

   Malatya, Bahçekapı kasabasının Aslantepe denilen yerde gelin alayını andıran kayalar vardır. Çevre halkının Gelincik Kayaları dediği bir taş yığını üzerine anlatılan efsaneye göre:
Bir zamanlar Malatya Aslantepe’de kızıyla birlikte yaşayan fakir bir kadın varmış. Kız ise güzelliği dillere destan melek gibi bir şeymiş. Efsaneye göre civarda yaşayan kralın oğlu onun güzelliğini duyar ve âşık olur. Babasını da kandırarak kızı istemeye elçi gönderirler.
Kızı istemeye gelenler kıza kabul edip etmeyeceğini sorarlar. Kız anasına sormadan ve kendisi giderse onun burada yalnız başına ne yapacağını düşünmeden “evet” der. Ananın hiç gönlü yoktur kızını göndermeye
Günlerce düğünler yapılır, şerbetler içilir ve nihayet kızı almaya bir alay gelir. Gelini alıp yola koyulurlar.
Bu gün kayaların bulunduğu yere gelince alay durur. Çünkü gelin annesinin evinde oklavasını unutmuştur. İki atlı süratle oklavayı almaya giderler.
Yaşlı ana artık dayanamaz ve: “Gelinliğinle, alayınla, askerlerinle, çeyizinle taş kesil” diye beddua eder. İçi yanmış ananın duası kabul olur. Hepsi birden taş kesilir.

Ulubey’de anlatılan:

O çevre köylerinden birinde bir adam otururmuş. Adamın da bir kızı varmış. İsteyen birine Allah’ın emriyle sözünü kesmiş. Gel zaman, git zaman derken düğün günü gelmiş. Oğlan evinden düğün alayı içinde gelenler atları üzerinde gelinin hazırlanmasını beklemişler.
Kız gelinliğini giymiş, gitmeye hazırlanırken, bir taraftan eşyalarını toplayıp bir taraftan da kaşla göz arasında evde ne var ne yok çeyiz sandıklarına doldurmuş. Ev tamtakır olmuş. Ocaktaki son eşya sacayağını da alıp sandığa koyarken babası dayanamamış, kızının evde ne yatacak, ne yiyecek, ne giyecek hiçbir şey bırakmadığını görünce:
Kızım Allah seni yolda giderken taş etsin demiş.
Düğün alayı, gelin ve gelin alıcı kadınların tümü taş kesilmişler.

Sivas Kangal’da anlatılan:
Düğün alayı bir köyden diğer köye giderken, gelin, anasının evinde süpürgesini unutur. Geri dönüp süpürgesini isteyince annesi beddua eder.
-Bir süpürge için geri dönülür mü? Süpürge dediğin kaç para eder… hepiniz yarı yolda taş kesilesiniz!.. der. Düğün alayı da taş kesilir.
efsanenin bir benzeri Muğla’da anlatılan Gelin Taşı efsanesidir.

Benzer değişim olgusunu taşıyan bir efsane de Kazak Türkleri arasında anlatılan:
         Bir zamanlar zengin bir kralın çok güzal bir kızı vardır. Kız büyüyüp de evlenme çağına gelince talipleri çoğalır. Kral kızının da uygun gördüğü bir talibe kızını verir.
Düğün hazırlıklarına başlanır. Kral biricik kızı için gece gündüz demeden çalışır ve kızının her şeyini altından yaptırır.
Gelinim kervanı özene bezene hazırlanır ve sıra kızı uğurlamaya gelir. Kız tam evden çıkacakken köpeğinin mama kabının altından değil de gümüşten yapıldığını görünce içerler ve babasına sitem eder.
Kızının kanaatsizliği karşısında babası dayanamaz ve kızına beddua eder. Kızı ve tüm kervan oracıkta taşa dönüşür. Bu taş kervana yöre halkı Kelinşek Dağ yani Gelincik Dağı ismini vermiştir.

Sandıklı’da anlatılan Gelin Kayası Efsanesi

Sandıklı’dan Selçik köyüne giderken daha köye varmadan yolun hemen sol tarafından bir tepecik bulunmaktadır. Bu tepenin adını yöre halkı “gelin kayası” koymuştur.
Anadolu’nun bir çok yerinde olduğu gibi Sandıklı’da da yer adlarının verilmesinde mutlaka bir olay, bir hikâye veya bir efsane yatmaktadır. Biz gelelim Gelin kayasına....
Yıllar önce bu bölgede fakir bir değirmenci yaşarmış. Sık ormanlarla kaplı yamaçların güldür güldür akan suları değirmencinin taş değirmenini Allah’tan aldığı güç ve kuvvetle döndürerek hububatı un ederek ekmek kazandırırmış.
Değirmencinin karısı ise yıllar önce beşikte küçük bir kız çocuğu bırakarak vefat etmiş. Değirmenci, geride kalan bir tek kızıyla beraber epey ilerlemiş yaşına rağmen kimseye muhtaç olmadan, mihnet etmeden yaşar dururmuş. Bu fakir değirmencinin kızı ise oldukça güzel ve alımlıymış.
Bu civarda yaşayan bütün delikanlılar değirmencinin bu çok güzel kızıyla evlenebilmek için adeta birbirleriyle yarışırlarmış. Zaman bu yerinde durmuyor ki. Haftalar ayları, aylar yılları sürüklemiş peşinden. Bir zaman sonra kız evlilik yaşına girmiş. Tabi taliplileri çoğalmış. Eh ne demişler, bir güzele bin gönül yanar ama bir güzel sadece bir gönüle kendini kaptırırmış. Meğer değirmencinin güzel kızı da komşu köyden bir delikanlıya kaptırmış gönlünü. Kız fakir değirmenciyi ikna ederek aşık olduğu gençle evlendirmesini istemiş. Ne de olsa biricik kızım diyerek değirmenci kabul etmek zorunda kalmış. Yoksa o kızını evlendirme taraftarı değilmiş. Çünkü kızı çok güzel olmasına rağmen çok kötü bir huyu varmış.
Değirmencinin kızı çok aç gözlü birisi imiş. Aradan günler gelip geçmiş. Düğün günü gelip çatmış. Değirmenci yıllarca çalışarak dişinden tırnağından artırdığı paralarla kızının çeyizini zar zor da olsa düzmüş. Oğlan evi çalgılarla atlarına atlayıp değirmenin yolunu tutmuş. Değirmenci ise kızından ayrılacağı için çok üzgünmüş.
Kızı ise evde bulunan kapkacak ne varsa heybesine dolduruyormuş. Değirmenciye çorba pişirecek bir tencere bile kalmamış. Babası hiç ses çıkarmamış ne de olsa o karısının emaneti tek kızıymış.
Vedalaşıp helalleşmişler,sarılıp ağlaşmışlar. Tam gelin ata binecekken babasına dönmüş ve;”Baba şu değirmen taşını da bana ver” demiş. Onca kalabalık içersinde boynunu büken değirmenci bir şey diyememiş.
Kız babasının cevabını bile beklemeden yüklenmiş değirmen taşını da. Değirmenci yaşlı gözlerle kızının arkasından bakarak “Sende taşa dönesin inşallah “diye içerlemiş farkında olmadan. Nede olsa o ekmek teknesi değil miydi? Gelin konvoyu atlarla, seymenlerle tam bu tepeden geçerken beklenmedik bir şey olmuş ve herkesin hayran olduğu o güzel kız birden taşa dönüşüvermiş.
İşte o gün bu gündür düğünler de gelin konvoylarının gelin kayasından geçirilmesi uğursuzluk olarak görülür. Buradan geçen gelinin başına bir iş geleceği, taşa dönüşeceği, hayırsız olacağı, çocuğu olmayacağı ya da amansız bir hastalığa tutulacağı inancı hala hakim olduğundan günümüzde bile yolu buraya düşen köylüler gelin konvoyunu buradan geçirmezler. (Ozan Çulsuz)


Sarıkaya Kaplıcaları Efsanesi

|
 Kayseri’de oturan Roma krallarından birinin kızı, çaresiz bir hastalığa yakalanır. Kral kızını birçok hekime gösterir, tedavisi için hiç bir şeyi esirgemez ama güzelliği dillere destan kızının derdine çare bulamaz. Kızın ayakları tutmamakta, yürüyememektedir.. Ağır bir romatizma hastalığına yakalanmış, dizleri küt olmuştur. O zaman Sarıkaya sazlık ve bataklık bir arazidir ve sıcak suyun bulunduğu bölgelerde küçük bir gölcük oluşmuştur. Burası balçık halinde çamurlu bir sıcak su kaynağıdır.
Kral son çare olarak bu sıcak suyun bulunduğu yere kızını gezsin diye gönderir. Artık ömrünün sayılı günlerini yaşayan zavallı kız avunmak için bu çamurlu gölet etrafında dolaşmakta, zaman-zaman da çamurlu suya girmektedir. Amaçsızsa girdiği bu çamurlu ve sıcak su kıza iyi gelir. Bir müddet burada kalır. Gün geçtikse kızın sağlığında düzelme görülür. Sonunda tamamen iyileşen güzel kızın buradaki sıcak sudan iyileştiği anlaşılır.
Bu olay üzerine Kral buraya mermer havuz yaptırır. Zamanla kimsenin bulunmadığı bu havuz çevresinde yerleşim başlar. Bu dönem de şehrin ulaşımı Beş tepeler mevkiinden geçen Sivas ve Kayseri şoselerinden sağlanmaktadır. Bu şehir şiddetli bir deprem sonunda yok olmuş, sadece hamamların bulunduğu yer kalmıştır.

Pamukkale Efsanesi
Çok eskiden Çökelez Dağı eteklerinde yaşayan, fakir oduncu bir aile varmış.
Bu ailenin kızı, o kadar çirkinmiş ki erkek çocuk anneleri onu görünce yollarını değiştiriyormuş. Fakirliği,genç kızın umurunda bile değilmiş ama çirkinliği canına tak etmiş. Çökelez Dağının eteklerinden kendini boşluğa bırakmış. Su ve tortu dolu havuza hızla düşmüş. Burada uzun süre suların içinde baygın kalmış. O esnada bu su o çirkin kızı güzelliğe boğmuş. Oradan geçmekte olan Denizli Beyinin oğlu, kanlar içinde güzel kızı görmüş. Kızı alıp evine götürmüş. Kız iyileşmiş ve evlenmişler. O günden sonra kadınlar güzelleşmek için bu ılıcaları ziyaret etmeye başlamış. O gün bu gündür güzelleşmek isteyen tüm kadınlar bu suyun içine atarlar kendilerini.

Yoncalı efsanesi

|
      Bir zamanlar Kütahya valisinin güzel bir kızı varmış. Bu kız amansız bir hastalığa tutulur. Kötü ve bulaşıcı olan bu hastalık tedavi edilemez. Sağlığından ümit kesilir ve başkalarına da bulaşır korkusuyla kızın kimsesiz boş bir yere bırakılması düşünülür ve bir gün Yoncalı’nın bulunduğu yere bir çadır kurulur. Kız oraya bırakılır. Yemeği bırakılır. Kız orada bir müddet kaldıktan sonra bir gün tüyleri dökülmüş, cılız bir kurt görür. Kurt her gün ikindi serinliğinde çayırın yanından geçerek bir yere gidip gelmektedir.
    Bir müddet sonra kurt düzelmeye ve tüylerinin çıkmaya başladığı görür Kız bu durumu merak eder. Sürünerek bunun izinden gider. Birde bakar ki; çayırlıklar arasında bataklık var. Kurt birinci batağa girip içine batıp batıp çıkmaktadır. Buradan çıkıp ikinci batağa girmekte ve sonunda temiz suda durulanıp çıkmaktadır. Bu durumu gören kız aynı şekilde bataklara girip çıkmaya başlamış. Günden güne iyileşmiş gücü yerine gelmiş, yüzü gözü düzelmiş.Tam iyileştiği bir gün bir çoban onu görür ve kızı sever.
  Yanına gelir. “in misin, cin misin?” der kızda “ne inim ne de cinim senin gibi adem oğluyum” der ve olanı biteni anlatır. Çoban kızı alıp babasına götürür. Baba kızını iyileşmiş görünce sevincinden ”Dile benden ne dilersen?” der. Çoban birkaç kez sağlık diledikten sonra kızının kendisine verilmesi ister. Baba da kızını verir. Kızda çobanla evlenir. Baba, buraya bir hamam ve bir cami yaptırır. Herkese şifa olsun diye.

Karakurt Kaplıcası Efsanesi

|
       Kırşehir’in 15 km batısındaki Emirburnu dağının eteklerinde Karakurt derler bir kaplıca vardır. Geçimişi çok uzaklara gider. Dört mevsim hastaların taşındığı kaplıcada tedavi edilmeyen illet yoktur.
Bir zamanlar Kırşehir Beyi'nin oğlu çaresiz bir hastalığa tutulmuş, her tarafı akar, kokar olmuş. Doktorlar ne yaptıysa fayda etmemiş. Beyin, umudu kesilmiş. "Bari gözümün önünde öleceğine götürün bir dağa bırakın orada ölsün. Göz görmeyince gönül katlanır." demiş.
Çocuğu alıp Emirburnu Dağı'nın eteklerine bırakmışlar.
Elbette burada kurtlar kuşlar parçalarda o da bu illetten kurtulur. Çocuk yapayalnız kol bacak tutmaz başına geleceği beklerken, akşama doğru bir kurt görünmüş. Kurdun karnı kemiklerine yapışmış, uyuzdan tüyleri dökülmüş, her tarafı cerehat içindeymiş.
Sürüne sürüne dağın eteğindeki bataklığa girmiş, çamura bulanmış, çıkmış.Ertesi gün yine bataklığa gelmiş, çamura girmiş. Derken iki gün sonra canlı kanlı bir kurt olarak ayağa kalkmış, uzaklaşıp gitmiş.
Kurdun her hareketini izleyen oğlan, bu çamurdan bir keramet olsa gerek diyerek o da sürüne sürüne bataklığa girmiş.
Çamurları yüzüne, gözüne sürmüş, bir köşede kaynayan sudan içmiş. Biraz sonra vücudunda bir dirilik – canlılık duymaya başlamış.
Bir - iki gün derken ayağa kalkmış, yürümüş. Üçüncü günde Kırşehir'in yolunu tutmuş. Babasının kapısını çalmış, görenler şaşırmış; gözlerine inanamamışlar. Çocuk olanı biteni anlatmış.
Bey de bataklığı bir kaplıca haline getirerek üzerine bir kubbe, yanına da bir mescit yaptırıp hizmete açmış. Adına da Karakurt Kaplıcası demişler.

Oylat Kaplıcaları Efsanesi

|

Bizans İmparatorluğu zamanında İnegöl civarında hüküm süren Tekfur'un bir kızı varmış. Günün birinde Tekfur'un kızı hastalanır, yataklara düşer. Zamanın hekimleri kızın derdine çare bulamazlar. Hastalık çok uzun sürer.
Tekfur çok sevdiği kızının ızdıraplarına tahammül edemez. Hastayı tedavi eden hekimler kızı göz önünden uzaklaştırmak ve son bir tedavi şansı vermek üzere ormanın içindeki o zaman için adsız olan bu kaplıcaya gönderilmesini tavsiye ederler.
Kızı buraya getirirler, kendisinin son günleri olduğuna inanarak " öl-yat " deyip bırakırlar. Çaresiz bir derdi olduğuna inanılan Tekfur'un Kızı her gün bu sularda yıkanır.
Gün geçtikçe iyileşir ve eski sağlığına kavuşarak babasının sarayına geri döner. O gün, bu gündür "Ölyat" kaplıcası civar halkı tarafından bir şifa kaynağı olarak tanınır ve kullanılır. Ölyat, zamanla Oylat olmuştur.

Gazlıgöl Efsanesi

|
 Kral Midas her şeye sahip olmasına rağmen hiç çocuğu olmayan bir kralmış. Kral bu duruma çok üzüldüğünden gece gündüz Allah’ a yalvarıp yakarırmış bir çocuğu olması için nihayet Kral Midas‘ ın dünyalar güzeli bir kızı olmuş.
Kralın kızı Suna, genç kızlığa adım attığı yıllarda illet bir hastalığa yakalanmış.
Bu güzel kızın vücudunda çıbanlar çıkmış. Bu sulu çıbanları hiç bir hekim iyileştirememiş. Ağrısına, sızısına ve bir türlü iyileşmeyen bu yaraların üzüntüsüne dayanamayan güzel kız Suna; yollara düşmüş. Dağ tepe demeden gezip dolaşır olmuş.
Kral Midas kızını kollamaları için peşinden gözcü yollamış. Kralın güzel kızı Afyonkarahisar toprakları içindeki Gazlıgöl mevki yakınlarına kadar gelmiş.
Çok susayan Suna su aramış.
Gazlıgöl kaplıcasının bulunduğu yerlerde yeşilliklerle çevrili bir su görmüş. Susuzluktan kavrulan kızcağız, çevresindeki bataklığa aldırmadan suya koşmuş. Eğilerek o çamurlu sudan kana kana içmiş. Birde bakmış suyun deydiği yerlerde bir tatlı gıcıklanma, bir sancı kesilmesi, bir huzur oluşmuş.
Güzel kız atmış kendisini çamurlu suyun içerisine ağrıları yavaşlamış. Sudan çıkıp günlerdir uykusuz ve yorgun olduğundan uzanıvermiş oraya ve derin bir uykuya dalmış.
Suna uyandığında ağrılarının kalmadığını, çıbanlarının kurumaya başladığını görmüş. O suyun yanında bir hafta kalmış. Bir hafta sonra çıbanları yaraları tamamen geçmiş.

Eski güzelliğine kavuştuğunu gören güzel Suna sevincinden deliye dönmüş. İleride onu gözleyen gözcüler, kızın iyileştiğini anlayınca yanına gelmişler. Suna başına gelenleri anlatmış ve saraya dönmüşler.

Kızını merak edip gece gündüz yas tutan Kral Midas, kızının bu iyileşmiş halini görünce çok sevinmiş ve kızana “Seni hangi hekim iyileştirdi?” kızım söyle Hekim başı yapayım demiş.
Suna’ da beni hekim değil, ülkeden çıkan sıcak bir su iyileştirdi baba diyerek cevap vermiş. Bunun üzerine Kral “aaa oraya bir hamam yapılsın gelen geçen dertlilere derman dağıtır” diye ferman vermiş.

Çermik Kaplıcaları Efsanesi

|
       Güney Doğu Anadolu’da hüküm süren Acem Kralı’nın Melike Belkıs adında güzel bir kızı varmış. Bu kız bir gün hastalanmış ve vücudunda birtakım yaralar çıkmıştır. Zamanın hekimleri, Melike Belkıs’ı tedavi etmek için çok çaba sarf etmişler, gerekli ilaçları kullanmışlar, fakat bir türlü hastalığına çare bulamamışlardır.

Hastalık ilerlemiş Melike Belkıs’ın vücudunu kurtlar sarmış ve vücudundan pis kokular gelmeye başlamıştır. Bundan ötürü de Melike Belkıs saraya girememiştir.  Bu durumdan son derece rahatsız olan kral kızını saraydan çıkarmış, yanına muhafızlar vererek ormana bırakmıştır.

Melike Belkıs ormanda gezerken bugünkü kaplıcanın bulunduğu yere gelmiş ve buradaki sıcak suya rastlamıştır. Yorgunluğunu gidermek için ayaklarını sıcak suyun içine sokmuş, bir süre sonra suya değen yerleri iyileşmeye başlamıştır. Melike Belkıs bunun üzerine sıcak suda yıkanmış ve tekrar eski sağlığına kavuşmuştur. Melike Belkıs’ın muhafızları, bu haberi hemen saraya iletmişler, bu haber üzerine kral bugünkü “Büyük Paşa” denilen kaplıcanın üzerine bir hamam yaptırmıştır.

Çermik kaplıcalarından, romatizmalar, çocuk felçleri, kadın hastalıkları, deri hastalıklarının tedavisinde faydalanılmaktadır.

Çermik’te kaplıcalarla her yıl Haziran ayında Melike Belkıs Şenlikleri adı ile festival düzenlenmektedir.

Sandıklı Kaplıca Efsanesi

|
     Yıllar önce krallığın birinde kral ve güzel kızı mutlu bir yaşam sürerlermiş. Taa ki bu güzel kız hasta olana dek bu mutluluk sürmüş. Kız hastalanmış ve vücudunun her yerinde yaralar çıkmış. Kral kızının hastalığının günden güne artmasına ve kızının acılar içinde kıvranmasına dayanamaz olmuş.
      Kral, bir gün askerlerini çağırmış ve kızını kimselerin yaşamadığı bir yere tüm ihtiyaçlarını karşılatarak bıraktırmış. Kız, yemyeşil, sıcak su akan bu derenin kenarında yaşamaya başlamış. Zamanla burada yaşayan hayvanlarla arkadaşlık kurmuş. Bir gün ayağı kırılan bir köpeğin, kırılan ayağını derenin kenarında çamurlara batırarak tedavi ettiğini gözlemiş. Köpek kısa bir süre içerisinde iyileşmiş. Buradaki sıcak çamurun faydalı olduğunu gören kız aynı çamuru tüm vücuduna sürmüş. Kızın hiç iyileşmeyen yaraları kısa bir sürede iyileşmiş.

 Sandıklı Hüdai (Hüzai) Kaplıcaları

Çok eskiden buralarda hüküm süren çok büyük bir kral yaşarmış. Bu kralın dünya güzeli bir kızı varmış. Kız büyümüş, serpilmiş, büyüdükçe daha da güzelleşmiş. Böyle çok mutlu bir hayat süren kral bir sabah kötü bir haberle açmış gözlerini. Dünyalar güzeli kızı yürüyemez olmuş. Felçe yakalanan kızın vücudunda yaralar çıkmaya başlamış. Kralın, kızının gözünün önünde eriyip gitmesine gönlü razı olmamış. Ülkesinin bütün hekimlerini, kâhinlerini çağırmışsa da bir sonuç alamamış. Kızda günden güne eriyip gidiyormuş.
Bir gün yine canı sıkılmış ve hekim başını çağırarak ne yapacağız diye sormuş. Hekim başı" efendim ne yaptıysak sonuç alamadık. Belki temiz hava iyi gelir" demiş. Kral'da ne kaybederiz deneyelim diyerek kızını hazırlatarak kırk atlı ile yollamış.
İşte bu kafile tam Hüdai Kaplıcalarından geçerken kızın atı çamura batmış ve dengesini kaybederek yıkılmış. Kralın hasta kızı çamura gömülmüş. Kızı çamurdan kurtarmak için çareler ararken bir zaman geçmiş.
Bu arada çamura gömülen kız ağrılarında tatlı bir sızı duyarak ağrılarının hafiflediğini hissetmiş. Sonunda kızı kurtarmışlar ve gece burada konaklamaya karar vermişler.
Kralın kızı ağrılarının çamurla hafiflediğini söyleyerek kendisine çamurdan bir yatak yapılmasını emretmiş ve sabaha kadar çamurda kalmış.
Üç gün boyunca çamura giren kız üçüncü günün sonunda iki kişinin yardımıyla bile zor adım atarken yürüyüp koşmaya başlamış. Krala haber tez gitmiş.
Buna çok sevinen kral hekimbaşını çağırıp müjdeyi vererek; "Git oraya bir hamam yap. Bizzat kendin burada hastaları tedavi et” diye emir vermiş. İşte o gün bu gündür burası şifa dağıtmaya devam etmiş. denilmektedir

Sandıklı Hüdai (Hüzai) Kaplıcaları, Friglerden bugüne kadar insanlara yaklaşık iki bin yıldır şifa dağıtmaktadır. İlk Hıristiyanlık devrinde Koçhisar başpiskoposu Sen Mişel hastalıkları kaplıcada tedavi ederek mucize göstermiş, bundan dolayı Hieropolis mukaddes şehir sayılmıştır. Frigler döneminde ve daha sonraları da Afyonkarahisar iline kaplıcalarından dolayı Şifalı Frigya denilmiştir. Bizanslılar döneminde önemini koruyan kaplıcada, o dönemde yapılan hamam hala ayaktadır.