Geçmişden Günümüze Gelen Efsaneler, Destanlar, Söylenceler, Mitoloji, Hikayeler, Masallar , Türk folklorik motifler, şehirlerin efsaneleri,öyküleri

Çamfıstığı ile Kırmızı Biberin Hikayesi

| Çarşamba, Ocak 30
Gaziantep çamfıstığı ile kırmızı biberi ile meşhurdur. Bunların efsanesi vardır. Efsaneye göre :

Bir bahar günü, Antepli iki kız kardeş, bahçelerinde, tohum atıyor ve çapa yapıyorlarmış. Bu sırada yaşlı, yoksul bir derviş, bahçenin bir başında çalışan iki kızı görmüş ve Büyük kızın yanına gelerek, karnını doyuracak bir parça yiyecek istemiş. Büyük kız, dervişin eline kuru bir ekmekle, bir baş soğan tutuşturarak savmış başından:

- Ektiğini biçesin, diyerek uzaklaşmış derviş.


Bu defa ötekinin yanına gelerek, ondan da biraz yiyecek istemiş. Küçük kız:

- Hoş geldin, sefa geldin. Konuk kısmetiyle gelir. Bu sabah helva yapmıştım, otur şuraya afiyetle ye, diyerek onu karşılamış.
Dervis helva çıkınını alarak:

- Sag ol kızım. Sen de ektiğini biç, diyerek ayrılıp gitmiş.

Bir süre sonra, büyük kızın ektiği tohumlar yeşermiş, yeşil yeşil biber olmuş. Bunlar kuru ekmek gibi kuruyunca, soğan gibi kızarmış. Kırmızı biber olmuş.
Küçük kızın tohumlarından da fıstık ağaçları boy vermiş.

Dülük Baba ve Yavuz Sultan Selim

|
Gaziantep, önceleri şehrin 12 kilometre kuzeyindeki Dülük Köyü'nün bulunduğu yerde imiş. Burada "Dolika" adında büyük, güzel bir şehir varmış. Bugün hala bu çevrede Dolika şehrinin kalıntıları görülür.
Dülük Köyü'nün az ötesindeki tepeler üzerinde "Dülük Baba" diye anılan küçük bir türbe vardır. Söylentilere göre Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi sırasında buradan geçerken, yolunu Dülük Baba adında, herkesin saydığı ve sevdiği yaşlı bir derviş keser.
Padişaha:
- Sana müjdelerim ki, Recep ayının 26. Günü zafer senindir. Haydi, durma, yolun, bahtın gibi açık olsun, der!

Padişah, yaşlı dervişe teşekkür ederek kim olduğunu sorar.

Derviş söyle cevap verir:
- Fâni âlemin bir yolcusuyum! Menzilime ulaştım. Hakka tapulandım. Beni sorma, sen yoluna devam et!

Gerçekten de Yavuz, Derviş'in dediği ay ve gün Mercidâbık'ta büyük bir zafer kazanır, Mısır'ı fetheder. Sefer dönüşü, Dülük Köyü'ne ugradığı zaman adını bile bilmediği dervişi sorar:

- Öldü, buradan ayrıldığınız gün o da Hakka yürüdü. şu tepeye gömdük, cevabını verirler.

Yavuz, mezarını ziyaret eder, ve üzerinede türbe yaptırır.

Selimiye Camiindeki Ters Lale

|
Cami yapılacağı zaman, bu tepede evi bulunan inatçı bir gayrimüslim mülkünü satmamakta direnmiş, sonunda camide bir anısının bulunması şartıyle kabul etmiş

rıza göstermesini temsil eden bir lâle motifine yer verilmiş Ama bu motif, onun inatcılığına işaret olması için de ters çizilmiş

Bu da Geçer Ya Hû

| Pazartesi, Ocak 28

Dervişin biri,uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır.Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek,yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını,evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.
Derviş yola koyulur,birkaç köylüye daha rastlar.Onların anlattıklarından Şakirin bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında başka bir çiftlik sahibidir.

Derviş Şakir’in çiftliğine varır.Çok iyi karşılanır,iyi misafir edilir,yer içer, dinlenir.Şakir de aileside hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…
Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken,
“Böyle zengin olduğun için hep şükr et.”der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer…”

Derviş Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür.Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer.Şakir’i hatırlar,bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken Şakir den söz eder.
“Haa o Şakir’mi” der köylüler, “O iyice fakirledi,şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”

Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider,Şakir’i bulur.Eski dostu yaşlanmıştır,üzerinde eski püskü giysiler vardır.Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş,evi yıkılmıştır.Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır.Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır.

Şakir bu kez Derviş’i son derece mutevazi olan evinde misafir eder.Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır…Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır:
Üzülme…Unutma,bu da geçer…”

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer.Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir.Haddad birkaç yıl önce ölmüş,ailesi olmadığı içinde bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır.Şakir Haddad’ın konağında oturmaktadır,kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır.
Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer…”

Derviş, “ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır nede mezar.Büyük bir sel gelmiş,tepeyi önüne katmış,Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…

O aralar ülkenin sultanı,kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki ,mutsuz olduğunda umudunu tazelesin,mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın…Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz.Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler.Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir.Kısa bir süre sonra yüzük Sultan’a sunulur.Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.

‘Buda geçer Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin küsür sene önceye , Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar fena bir işe uğradıkları zaman ‘Buda geçer’ manasına gelen ‘k’afto ta perasi’ demektedirler. İbare Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur. Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘bu da geçer’ yapılır. Derken tekkelerde ve dergâhlardada benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘BU DA GEÇER YA HÛ’ haline gelir


Benden aktarması ne kadar doğru ne kadar yanlış bende bilmiyorum
insanların her zaman söyleyecek sözleri hikayeleri olmuştur
kişi nerden bakarsa oradan görür
bizlerde görmek istediğimizi görürüz

Bu da geçer mi bilmem
ancak bildiğim geçmesi için hakikati anlamak gerekir.
hakikati idrak eden insan geçici olanların peşinde koşmaz koşmamalı
dikkat ederseniz idrak eden diyorum bilen demiyorum
bilen olsaydı bizler bu halde mi olurduk

Haylaz Çocuk eğitimi

| Cuma, Ocak 25
Yaşlı bir adam emekli olunca kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk birkaç haftasını huzur içinde geçirir; ama sonra ders yılı başlar. Okulların açıldığı ilk gün dersten çıkan öğrenciler, yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmelerler, bağırıp, çağırarak geçer giderler. Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam buna bir son vermeye karar verir.

Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapının önüne çıkar onları durdurur ve,
"Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün bir dolar vereceğim" der.

Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler. Birkaç gün sonra yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve şöyle der:

"Çocuklar, enflasyon beni de etkilemeye başladı. Bundan böyle size sadece günde elli sent verebilirim…"

Çocuklar pek hoşlanmazlar, ama yine devam ederler gürültüye. Aradan bir kaç gün daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları.

"Bakın" der, "Henüz maaşımı almadım bu yüzden size günde ancak 25 sent verebilirim, tamam mı?"

Çocuklar, "İmkansız bayım" der.

"Günde 25 sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Biz işi bırakıyoruz.”

Yeniçeri Elbisesinin Fransızlara Ettiği

|
19.yüzyılda Almanya'nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu.
Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.
O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.

Mektupta şöyle denmektedir:
"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."


Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır.

Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar:
"Fransızlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar.
Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur:

Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmışlardır .Artık Mahsullerini rahatça toplayabileceklerdir. Fransız zulümü sona ermiştir.

Bu olay, Mülhaymli'lerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a bağlı Karlsruher Müzesi'ne koyup ziyarete açarlar.

Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlarlar.

Barbar kim

|
I.Dünya savaşından evvel Bab-ı Ali'de hukuk müşâviri olan Kont Ostrolog anlatıyor:
İngilizlerin, Kut-ül Amare yenilgisini takip eden günlerde, Londra'da büyük bir harp meclisi toplandı. Doğu müsteşarı olmam dolayısıyla ben de bulundum... Başbakan Lloyd George şöyle dedi:
"Efendiler, ben bir şeyi anlayamıyorum: Bizim medenî milletlerin orduları savaşta barbarlığa yaklaşıyor. Barbar saydığımız Türk orduları ise, savaşta medenîleşiyor. Irak kumandanımız bildiriyor ki, Türkler esirlerimizin istirahatini fevkalâde te'min ediyorlarmış. Yaralılarımızı imkânları nisbetinde tedavi ediyor ve şefkat gösteriyorlarmış. İşte bu davranışlarının sebebini bir türlü anlayamıyorum..."

Daha sonra savaş bakanı söz alarak şunları söyledi: "Ben de bu vaziyeti çok merak ettim. Çünkü, şöyle bir hâdise yaşandı:
Bir müddet önce, Çanakkale'de, bir çarpışma sırasında, esir verdiğimiz iki subay ve beş-altı yaralı askerimiz, Türkler tarafından tedavi edildiler. Bu tedavinin yapıldığı yere yakın bir koğuşta da yaraları iyileşmeye yüz tutmuş Almanlar vardı. Bu Alman askerler, tedavi edilenlerin İngiliz olduğunu anlar anlamaz, hemen saldırmışlar. Türk doktorlar ve yardımcıları, bunları durduramamış. Ancak, bu durumu gören Türk yaralıları, Almanların üzerine yürüyüp onları durdurmuşlar.

Biz, Türklerin can evini yakmak ve yıkmak isterken, onların gösterdiği insanlığa hayret ettim." Savaş bakanının bu sözleri üzerine, bir başka bakan söz alarak şöyle konuştu:
"Bu meseleyi hallederse, Kont halleder..."
"Efendim, bu mesele basittir. Biz Avrupalılar savaş sırasında Türkler kadar medenî olamıyoruz. Bu doğrudur. Ancak doğrunun çok önemli bir sebebi vardır: Biz Avrupalılar, savaşanlar arasında bir savaş hukuku olduğunu iki asır önce düşündük.
Bugüne kadar da bu savaş hukukunu geliştirmeye ve yerleştirmeye çalışıyoruz. Müslümanlık ise, 13 asır evvel, bu hakkı çok yüksek bir şekilde kanunlaştırdı. Türkler, bin seneden beri, bu dinî kanunun hükümleriyle ahlâklanmışlardır."

Akıncı Rüstem ve Macar kızı

|
Sultan II. Murad devri. 1441 senesinde Macaristan üzerine yapılan bir akında, Akıncı birliklerimiz pusuya düşürüldü ve bir çok asker ile birlikte Akıncı kumandanlarından Rüstem bey de esir edildi. Rüstem bey, gayet yakışıklı ve zeki bir gençti. Macar kumandanı ondan hoşlandı ve kendi hizmetine aldı. Konağında ona bir oda verdi ve bütün şahsi işlerini ona havale etti. Gayet dindar olan Rüstem Bey, şartlar ne olursa olsun beş vakit namazını bırakmaz ve vakti girince hemen kılardı. Her işin üstesinden kolayca gelmesi ve kıvrak zekası sayesinde ibadetine kimse karışmıyordu. Macar subayının genç bir kızı vardı. Gayet güzel ve zeki olan bu kız, Rüstem Beye aşık olmuştu.

Fakat bir Müslümana olan bu hislerini kimseye söyleyemiyordu. Rüstem Beyi uzaktan takibeder, bilhassa namaz kılarken gizlice onu seyreder, hayran hayran bakarak gözyaşları içinde; “Allahım, bana da bu Osmanlının dinine girip, onun gibi ibadet etmeyi nasib eyle!” diye yalvarırdı.Genç kız bu aşk ve hasretten hastalanarak yatağa düştü. Hiçbir hekim onun derdine çare bulamadı. Artık son anlarını yaşıyordu. Bütün ailesi başına toplanmışlar, gözyaşları içinde dua ediyorlardı. Kız bir ara gözlerini açarak;“Esirimiz olan o Osmanlıyı da görmek istiyorum” dedi. Rüstem beyi hemen çağırdılar. Kız, ona yaklaşmasını işaret etti ve yakınına gelince kulağına; “Bizim buralarda âdettir, bir kadın ölünce mücevherleriyle birlikte gömerler. Ben ölüyorum. Yarın mezarıma gel ve tabutumu aç, yanıma koyacakları mücevherleri al. Onları satarak parasını babama ver ve böylece hürriyetine kavuş” dedi. Biraz sonra da bir şeyler mırıldanarak ruhunu teslim etti. Yüzü nurlanmış, sanki gülümsüyordu. Ertesi gün mezarlığa giden Rüstem Bey, kızın mezarını açtı. Tabutun kapağını kaldırınca, gördüğü manzara karşısında şok geçirdi; tabutta yatan, kendi babasıydı. Fakat bu nasıl olurdu; kendi memleketi, buradan bir aylık mesafede bir Anadolu kasabasıydı. Rüstem bey biraz sonra kendini toparladı ve tabuttaki mücevherleri alarak mezarı kapattı. Ertesi gün çarşıya giderek mücevherleri sattı ve Macar subayına bu altınları vererek kendisini serbest bırakmasını istedi. Macar subayı; “Ben senin hizmetinden memnunum. İstersen burada hür olarak yanımda çalışmaya devam edebilirsin, istersen memleketine dönebilirsin” dedi ve bir emanname yazarak ona verdi. Rüstem bey hemen yola çıktı ve haftalarca yol giderek memleketine ulaştı. Bir akşam üzeri evine geldi. Kapıda oğlunu gören annesi, sevincinden az kalsın bayılıyordu. Bir müddet hasret giderdikten sonra Rüstem bey, babasını sordu. Annesi; “Oğlum baban sizlere ömür, geçen ay vefat etti” dedi. Rüstem beyin içine bir kurt düşmüştü. “Tam olarak gününü ve saatini biliyor musun anne?” diye sordu. Aldığı cevap onu daha çok hayrete düşürdü. Çünkü babası, Macar subayının kızı ile aynı anda ölmüştü. Rüstem bey o gece mezarlığa giderek babasının kabrini buldu. Yanında getirdiği kürekle mezarı açtı. Bir de ne görsün! Mezarda yatan Macar subayının kızı idi. Bembeyaz kefene sarılmış, yüzü ay gibi parlıyor, sanki Rüstem beye gülümsüyordu. Daha taptaze duruyordu. Hemen mezarı kapatarak eve döndü. Ertesi gün annesinden, babası hakkında bilgi istedi; “Anne, babam nasıl birisiydi?” “Oğlum, biliyorsun, baban hocaydı. Talebelere ilim öğretir, camide vaaz verirdi. Fakat kendisi bunları tam tatbik etmezdi. En mühimmi de, gece yarısı guslü icabettiren durum olunca, ‘Şu gusül olmasa ne iyi olurdu, gecenin bu vaktinde nasıl gusledilir, nereden çıktı bu’ diye söylenirdi.”Rüstem bey, o zaman bu işin hikmetini anladı. Namaza aşık olan bir kafir kızına son nefeste iman nasib olmuş, bir farzı lüzumsuz gören bir hoca da imansız ölmüştü.

Kayserili olmak

|
Kayseri`li Ali`ye babası hayat dersi veriyormuş
oğlum senden ne kadar isterlerse istesinler yarısından fazla verme.

Ali birgün terziye takım elbise diktirmiş.
Kayseri`li sormuş borcum nedir? Terzi cevap vermiş 6 milyon
Kayseri`li mümkün değil 3 milyon demiş.
Terzi kurtarmaz 4 milyon demiş.
Kayseri`li mümkün değil 2 milyondan fazla vermem demiş.
Terzi lanet olsun tamam demiş.
Bu sefer Kayseri`li 1 milyondan fazla vermem demiş.
Terzi sinirlenmiş para falan istemiyorum al elbiseni defol demiş.
Kayseri`li bir takım elbise daha dikmezsen şurdan şuraya gitmem demiş.

Ateş Kaç Altına Değer

|
Kanuni Sultan Süleyman, Halkalı yakınlarında avla­nırken çıkan bir fırtınada yağmurdan ıslanmışlar. Bir eve sığınmışlar. Sultan, ateşin karşısına geçip şöyle demiş:
"Doğrusu bu ateş bin altına değer."
Bir müddet sonra konakladıkları evden ayrılırken padişah ev sahibine borcunun ne kadar olduğunu sorar.
Köylü şöyle cevap verir:
"Bin bir altın efendim."
Bu cevaba çok şaşıran padişah, bu kadar fazla ücre­ti istemesinin sebebini sorar. Köylü bunada şöyle cevap verir.
"Efendimiz, ateş için bin altınlık değeri siz söylemiştiniz. Bir altın da konak ücretidir.

Bozkurt Destanı

| Çarşamba, Ocak 23

"...Türkler'in ilk ataları Batı Denizi'nin batı kıyısında otururlardı. Türkler, Lin ülkesinin ordularınca yenilgiye uğratıldılar. Düşman çerileri bütün Türkleri erkek-kadın, küçük-büyük demeden öldürdüler. Bu büyük ve acımasız kıyımdan yalnızca 10 yaşlarında bulunan bir oğlan sağ kaldı geriye. Düşman askerleri bu çocuğu da buldular ama

yazının devamı.. >

Ay-Atam Efsanesi

|
Çok çok eski çağlarda... Çok yağmurlar yağdı. Gök delinmiş gibiydi. Dünya sele boğuldu, her yanı çamurlar kapladı. Çamurlar akan selle yuvarlanarak Kara Dağ'daki bir mağaraya doldular. Mağaranın içindeki kayalar yarıldı. Yarıkların kimileri insanı andırıyordu. Sürüklenen çamurlar bu insan biçimli yarıkları doldurdular. Aradan çok zaman geçti. Yarıklardaki balçıklar sular ile benzeşti, hâllodu. Güneş Saratan burcuna gedi ve havalar çok ısındı. Yarıklardaki balçık sular ile pişti. Yarıkların bulunduğu bu mağara tıpkı bir kadın gibiydi. İçi de insanlara can veren bir kadın karnı gibiydi. Dokuz ay durmadan yel esti. Su, ateş, toprak ve yel, insana can vermak için birleştiler. Dokuz ay sonra bir insan çıktı ortaya. Adına Ay-Atam dediler. Ay-Atam, gökten indi yere kondu. Bu yerin suyu tatlı, havası da serindi. Sonra yine yağmurlar, seller başladı. Mağara yeniden çamurla doldu. Güneş bu kez Sünbüle burcunda durdu. Sünbüle burcundaki güneşin sıcaklığı ile balçıklar sular ile pişti. Bu kez bir hatun kişi çıktı ortaya. Adına Ay-Va dediler. Ay-Atam ile Ay-Va evlendiler. Kırk çocukları oldu. Bunların yarısı erkek, yarısı da kızdı. Onlar da evlendiler; soyları çoğaldı. Bir zaman geldi Ay-Atam ile Ay-Va Hatun'un ömürleri doldu; öldüler. Çocukları, ana-babalarını türedikleri mağaraya gömdüler. Mağaranın kapısını altın kapılar ile kapattılar, dört bir yanını çiçekle süslediler.

Ay-Atam efsanesinin özeti bu şekilde Ay-Atam Efsanesi ise:

Memlükler döneminde Mısır'da yaşamış olan Türk tarihçisi Aybek üd Devâdârî tarafından kayda geçirilmiş bir Türk efsanesidir. Aybek üd Devâdârî'nin verdiği bilgilere göre bu efsaneyi halk dilinden yazıya aktaran ilk kişi Ulug Han Ata Bitikçi adlı eski bir Türk bilginidir. Ulug Han Ata Bitigçi'nin içinde Ay-Atam Efsanesi'nin de yer aldığı bir kitabını ele geçiren Cebrail bin Bahteşyu adlı İranlı bir tarihçi, Ay-Atam efsanesi'ni Türkçe'den Farça'ya tercüme etmiştir. Bu farça tercümeyi bulan Aybek üd Devâdârî efsaneyi olduğu gibi kendi kitabına aktarmıştır.

Ay-Atam Efsanesi'nin konusu insanoğlunun yaratılışıdır. İnsanın yaratılışını dört unsura (su, ateş, toprak, rüzgar) ve balçığa bağlayan bu efsanede Ön Asya mitolojisinin etkileri görülür. Kimi Türkologlar, Ulug Han Ata Bitikçi'nin yeni müslüman olmuş bir Türk düşünürü olduğunu düşünmektedirler.

Efsanede geçen ve Kara Dağcı adlı bir dağın üzerinde bulunan Ata Mağarası motifi, Türk mitolojisinin temel motiflerinden biridir. Bozkurt Destanı'nda kurtla yaşayan son Türk çocuğunun kaçıp sığındıkları Turfan'ın kuzeybatısındaki büyük dağ ve dağdaki mağara da böyle bir yerdir. Ergenekon'da da durum böyledir. Nitekim Ay-Atam Efsanesi'nde anlatılan mağara da Kara Dağcı adlı bir dağın üzerinde bulunmaktadır. Büyük Hun ve Kök Türk devletleri zamanında Türkler'in Tanrı'ya tapınmak için bir tür tapınak olarak kullandıkları ata mağaraları da konu ile ilgili ve önemlidirler.

Yabancı Gözüyle Türkler

|
"Türkler bir ırk ve millet olmak haysiyetiyle yeryüzünün en şerefli insanlarıdır. Karakterleri pek asil ve yücedir... Asaletleri alınlarında ve amellerinde yazılıdır... Onların yurdu efendiler diyarıdır, kahramanlar, şehitler ülkesidir. Bence insaniyete şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır. Böyle bir lekeden Allah beni korusun."

Fransız şair Lamartine

"Padişahın imparatorluğunda herkes kendi halinde bahtiyar olabilirdi. Mutlak bir dini hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sahip olduğundan dolayı bir zorlukla karşılaşmazdı."

Ünlü Türkolog Franz Babinger

"Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus'a yanaşmayın, haindir sizi yok eder. Fakat kendinizi Osmanlılar'a emanet edin, adil ve merhametlidirler."

Boğdan Beyi Büyük Stefan'ın ölüm döşeğinde

oğullarına vasiyeti

"Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresi altında yaşamaktansa, Osmanlılar'ın idaresi fakirlere daha hayırlıdır."

Protestan Mezhebi'nin Kurucusu Martin Luther

"1526'da (Mohaç'a giden) 200.000 kişi ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve tek bir ot koparmadan imparatorluğun Rumeli yakasını bir baştan bir başa geçmiştir."

Fransız Yazar J. Michelet

"Bir asır içinde yerlerini Osmanlı İmparatorluğu'na terk eden Balkan Hıristiyan Devletleri umumiyetle sanıldığı gibi Hıristiyan dinini yoketmek isteyen mutaassıp bir düşmanın sebep olduğu dini bir katastrofla ortadan kaldırılmış değildirler."

Romen Tarihçisi ve Devlet Adamı Iorga

"Türk hakimiyetinden yerli Hıristiyanlar bu bakımdan da memnundular ki Türkler gelmeden önce ülkeleri devamlı asayişsizlik ve tahribat içindeydi. Şimdi ise sükun hüküm sürüyordu... Viyana bozgunundan sonra Venedik geçici olarak Sakız ve Mora'yı işgal ettiler. O kadar zulüm yaptılar ki, Sakız ve sonra Mora'ya Türkler dönünce yerli Rumlar onları büyük sevinçle karşıladılar."

Fransız Tarihçi Fernard Grenard

"Yirmi yedi yıl kadar önce bazı Protestan Fransızlar padişahın ülkelerinden birine sığınmayı tasarladılar. Bu kararlarının birinci sebebi katolik Fransa'nın Protestan Fransızlar'a karşı devamlı zulmü, ikinci sebebi ise Türklerin bütün dinlere karşı cihanşümul ve değişmez müsamahası idi."

Cenevizli Chenier

Osman Bey'in Vasiyeti

|
Oğul! Din işlerini her şeyden evvel ele alıp; yürütmek gayret ve esasını daima gözönünde bulundur ve bu esası sakın gevşekliğe uğratma. Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, din ve devletin kuvvetlenmesine sebep olur. Din gayretine sahip olmayan, sefâhete düşkün olan ve denenmemiş kimselere devlet işlerini verme! Zira yaradanından korkmayan kimse, O'nun yarattıklarından da çekinmez.

Allah'ın rızası için devlet hizmetinde gayret gösterenleri daima gözet. Böyle kıymetli kimselerin vefatından sonra aile fertlerini koru, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşıla. Tebeandan hiç kimsenin malına - mülküne dokunma. Hak sahiplerine haklarını ver, layık olanlara ihsan ve ikramlarda bulun, onların ailelerini de gözet.

Alimleri, fazilet sahiplerini, edipleri, yazarları ve sanat erbabını gözetip koru. Onlara hürmet, ikram ve ihsanda bulun. Başka bir memlekette olgun bir alimin, bir arifin, bir velinin bulunduğunu duyarsan; onlara layık bir usul ve ifade ile memlekete getirt. Onlara her türlü imkanı tanıyarak ülkene yerleştir ki memleketinde çoğalsınlar; din ve devlet işleri nizama girip ilerlesin.

Sakın, ordun ve zenginliğinle mağrur olma. Benden ibret al ki; zayıf, güçsüz bir karınca misali, hiç layık olmadığım halde buraya geldim ve Allah'u Teala'nın nice nice ihsanlarına ve inayetlerine kavuştum. Sen de benim uyduğum ve uyguladığım nizamı uygula. Dinimizin tayin ettiği beytü'lmaldaki gelirin ile kanaat eyle. Senden sonra geleceklere de aynı nasihatlerde bulun ve iyice tenbih eyle.

Daima adalet ve insaf üzerinde bulun, zulme meydan verme. Herhangi bir işe başlayacağın zaman Cenabı Allah'ın yardımına sığın. Tebeanı düşmanların ve zalimlerin saldırılarından koru.

Sultan Murad Hüdavendiğar'ın Şehadeti

|
Anadolu'da Bizans sınırına dayanan Osmanlı Türkleri, Çanakkale Boğazı'ndan Avrupa'ya o koca imparatorluğu tamamen çevrelemişlerdi. Tabii, Avrupa'daki fetihler de devam ediyordu. Orhan Gazi'nin yerine geçen oğlu I. Murad'ın hedefi Sırbistan'ı ele geçirmekti.
Osmanlı ilerleyişine karşı büyük bir birlik oluşturan Lehistan, Sırbistan, Macaristan, Bosna, Romanya, Hırvatistan ve Bohemya kuvvetleriyle bunlara katılan başka gruplar derhal harekete geçtiler. Topladıkları ordu, sayıca Osmanlı ordusundan iki - üç kat fazlaydı. Kosova'ya doğru yürüdüler.
Sultan Murad, oğulları Beyazid ve Yakup Beyler, Vezir Çandarlı Ali Bey, Gazi Evrenos Bey ve öteki ileri gelenlerle toplanıp durumu görüştü. Vezir Ali Paşa, Kur'an-ı Kerim'den ayetler okuyarak Cenab-ı Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu, azın çoğa galip gelebileceğini söyledi. Öteki beyler de savaş yapılması görüşündeydiler. Savaş için sabahın olması beklenecekti.
O gece Kosova çevresinde şiddetli bir rüzgar çıktı. Adeta göz gözü görmüyor, insanlar ve atlar seçilmiyordu. Hava şartları böyle devam ederse savaşmak çok zor olacaktı.
Sultan Murad herkes yatıncaya kadar bekledi. Kalkıp abdest aldı, iki rekat namaz kıldı ve yaşlı gözlerle şöyle dua etti:


"Ya Rab! Bunca kere duamı kabul edip beni mahcup etmedin. Duamı yine kabul eyle. Bir yağmur verip şu tozu toprağı def et. Ta ki, düşman askerini gözümüzle görüp yüz yüze cenk edelim.
Ya İlahi! Mal ve mülk senindir, kime istersen verirsin. Benim durumum Sana malumdur ki, mal ve mülk istemem. Yalnızca Senin rızanı isterim.
Ya Rab! Beni bu Müslümanlara kurban eyle. Tek bu müminleri Küffar diyarında mağlup ve helâk eyleme. Beni bunca insanın ölümüne sebep eyleme. Bunları üstün ve muzaffer et. Onlar için ben canımı kurban ederim. Yeter ki Sen kabul et. İslam askeri için ruhumu teslim etmeye hazırım.
İlahi! Beni kendi yanına alıp; müminlerin ruhuna benim ruhumu feda kıl. Beni önce gazi kıldın, sonunda da şehadeti göster!.."


Sultan Murad'ın bu içten duası Allah katında kabul edilmiş olacak ki, yağan yağmur tozu - toprağı yatıştırdı, sisler dağıldı.
Sabah olduğunda Türk ordusu savaşa hazırdı. Sekiz saat süren şiddetli bir savaştan sonra düşman büyük ölçüde imha edilmiş, kaçabilenler kaçmıştı. Sıra savaş alanını gezmeye gelmişti ki, olan oldu! Herşey Sultan Murad'ın duasına göre oluyordu. Miloş Kobiloviç isimli Sırp asilzadesi O'nu hançerle yaraladı ve oracıkta şehit oldu.

Tarihden Ve Süleyman Demirel'den İnciler

|
‘Geldim, gördüm, yendim’:

Roma İmparatoru Sezar’a ait bu söz, Pontus asıllı Basforos Kralı II. Pharnake ile şimdiki Tokat’ın Zile ilçesinde yapılan savaş sonunda söylenmiş. Galip gelen Sezar, Roma Senatosu’na yolladığı mektupla savaşın neticesini bildirir: “Geldim, gördüm, yendim.”

‘Sen de mi Brütüs?’:

Roma İmparatoru Sezar’ın ölümü, kalabalık bir grubun kendisine saldırması sonucu gerçekleşmiştir. İsyancılara karşı bir müddet direnen İmparator, kendisini bıçaklayanlar arasında evlatlığı Brütüs’ü de görünce bu sözü sarf etmiştir.

‘Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü’

Yunus Emre’nin insanlık sevgisi, Allah’a olan muhabbetiyle açıklanır.

‘Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi /
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi’

Kanuni Sultan Süleyman,bir şiirinde yer alan bu beyti, hasta yatağına düştüğünde söylemiş. Beyitte geçen ilk ‘devlet’ ‘makam- mevki’ anlamında kullanılmış, ikinci kez geçen ‘devlet’ ise ‘saadet’ manasında söylenmiştir.

‘Yollar yürümekle aşınmaz’

60’lı yılların sonunda Adalet Partisi’nin Ankara il kongresinde bir delege sürekli yapılan gösteri yürüyüşlerinden şikâyetçidir. Bu isteğini Süleyman Demirel’e ileten delege, hazır cevaplılığıyla bilinen Demirel’in bu ilginç sözüyle karşılaşır.



‘Selam verdim, rüşvet değildir deyü almadılar’

16 asırda yaşayan Fuzuli’nin ‘Şikâyetname’sinde geçen bu söz, toplumdaki çarpıklığı, adalet ve hukuk sisteminin gidişatını anlatması bakımından önemlidir.

‘Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın’

İstiklal Marşı şairi Mehmed Akif Ersoy, hastayken, içlerinde yazar Tarık Us’un da bulunduğu bir grup, ziyaretine gider. Ziyaretçilerden birinin, “İstiklal Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?” sorusuna Akif bu cevabı verir.

‘İşte Paşam, İstanbul’

1949- 957 tarihleri arasında İstanbul valiliği ve belediye başkanlığı yapan Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ın, İsmet İnönü’ye söylediği meşhur söz. 1950 seçimlerinden önce seçim konuşmasını yapan İnönü’ye kalabalığı gösteren Gökay, ‘İşte Paşam, İstanbul’ demiştir. Ancak seçim, CHP açısından bir hüsranla neticelenmiş ve CHP o yıl İstanbul’dan hiç milletvekili çıkaramamıştır.

‘Asmayalım da besleyelim mi?’

12 Eylül askerî darbesinin mimarı ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, darbenin ardından gerçekleşen idamlar üzerine bu meşhur yorumu yapmıştır. Bu dönemde yaklaşık 7 bin kişinin idamı istenmiş, Askerî Yargıtay 124 idama hükmetmiş, bunların 50’si infaz edilmiştir.

‘70 sente muhtacız.’

Türkiye’nin en çok başbakan olma rekorunu elinde bulunduran siyasisi Süleyman Demirel’in incilerinden biridir. Türkiye’de 70’lerin sonunda yaşanan ekonomik krize atfen sarf edilmiştir. Demirel, dış ticaret açığındaki artışı ve döviz darboğazını bu sözle ifade etmiştir.

Yazar Aylin Atmaca'nın ‘Tarihe Mal Olmuş Popüler Sözler’ (Nesil Yayınları) kitabından diğer sözleri bulabilirsiniz


Türk siyasetinin en renkli ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in diğer Sözleri
derleyen

Aksini diyenin alnını karışlarım!

Bana, “Milliyetçiler de adam öldürüyor” dedirtemezsiniz.

Ben altı kere gittiysem yedi kere geldim.

Ben bir gün evimde otururken Çankaya’ya çıkayım diyerek çıkmadım.

Beşiktaş’ı niye sormuyorsun? (Kendisine Fenerbahçeyi mi, yoksa Galatasarayı mı tuttuğunu soran muhabire cevaben)

Bulun 226′yı düşürün.

Benzin vardı da ben mi içtim.

Bulut buluttur, bulutun akı da buluttur garası da, binaaneleyh, üzerine gonuşmaya değmez. (Sayın Demirel, Yıldırım Akbulut için ne düşünüyorsunuz? diye soran gazeteciye)

Devlet seçim sonuçlarına göre gereken tedbirleri alır.

Demokrasilerde çare tükenmez.

Dün dündür, bugün bugündür.

DYP’yi ben kurdurdum.

Dört kaz teslim etsen, akşama üçünü kaybedip gelir (1980 öncesinde Bülent Ecevit'e)

Ege bir Yunan gölü değildir. Ege bir Türk gölü de değildir. Binaenaleyh, Ege bir göl değildir.

Enkaz devraldık.

Fırat’ın kenarındaki bir kuzudan ben sorumluyum.

Gap’ı kimseye gap diye gaptırtmam.

Görünen köy uzak değildir.

Güniz Sokak’ta Nazmiye ile tavuk besleyecek değiliz.

Galibiyetin sahibi çoktur, mağlubiyetin sahibi yoktur. Yenilgi yetimdir

Kendim için birşey istiyorsam namerdim.

Kırk günde kabak yetişmez.(1978 de CHP’nin 40 günde türkçe bilmeyen öğretmenleri alıp öğretmen yapması için demiştir.)

Mizah bir yumruktur, ne zaman kime vuracağı belli olmaz.

Memleket meseleleri bir parkta oturarak halledilseydi, çok büyük bir park yaptırır hep beraber içinde otururduk.

Memlekette gaz; vardır. (gaz sıkıntısı için hükümet ne gibi önlemler alıyor diye soran gazeteciye)

Nerde gamıştık.

Neresini sıksaydım?
(İngiltere ile ilişkilerin gergin olduğu bir dönemde yapılan bir görüşmede, İngiliz görevdaşının elini sıkmasının doğruluğunu kendisine soran gazetecilere cevaben )

Niye biz mi öldürdük?
(Başbakanlık kapısında bekleyen bir atı ölmüş ama iki at parası isteyen yaşlı amcaya verdiği cevap)

Petrol vardı da biz mi içtik?

Su mu daha değerlidir yoksa petrol mü? Tabi ki su daha değerlidir. Çünkü petrol içilmez, ama su içilir.

şapkamı alır giderim.

Türban ile okumak isteyenler Arabistan'a gitsinler.

Türkeş Türk çocuğu, Ecevit halk çocuğu, Erbakan müslüman çocuğu,biz o…….çocuğu muyuz?

Üs yok tesis var.

Vaa mı bunun başka izah tarzı?

Verdimse ben verdim.
(İlksan ile ilgili Kemal Ilıcak’a verilen paralarla ilgili yolsuzluk haberi üzerine suç üstü yakalanınca demiştir)

Yazın biz Bulgaristan’dan elektrik alıyoruz. Kışın Bulgaristan bize elektrik veriyor.

“Yahya’yı ben kulağından tutup mahkemeye verdim.”
( hayali ihracat nedeniyle aranan yeğeni Yahya Demirel için, cumhurbaşkanlığının son basın toplantısında böyle söylemişti. )

Rusya'da Tankın üzerine çıkarak darbeyi önleyen Boris Yeltsin örneği verilerek onun neden 1980 darbesini engellemediği sorulunca

Bizi almaya tank gelmedi ki genarel geldi generalin sırtına mı çıksaydık demiştir

Tapusunu Hanımın Üzerine..

| Salı, Ocak 22
Tanzimat'ın en önemli siması olan Mustafa Reşit Paşa'nın eşinden yana dertli olduğunu bilmeyen yoktur. Paşa, kıskançlığı dillere destan olan bu hanımından dostlarına her fırsatta şikayet eder dururmuş.

Paşa, eski sadrazam Benderli Selim Paşa'nin Ağa Yokuşu'ndaki konağını pek beğenirmiş. Bir gün buranın satışa çıkarıldığını duymuş ve hemen adamlarını gönderip müşteri olmuş. Oysa konak o çevrede uğursuz diye bilinir, hakkında bin bir türlü ecinni hikayeleri anlatılırmış. Reşit Pasa'nin eski dostu Şerif Abdulmuttalib Efendi durumu bildiğinden kendisini uyarmak istemiş ve bir sabah Paşa'nin yalısına uğramış. Söz sırası gelince,

-Aman Paşa hazretleri, demiş, siz bu konağı bilmezsiniz. Şimdiye kadar sahiplerine hiç uğur getirmedi. Kim sahip oldu ise yakın vakitte ya bir kazaya kurban gittiler, ya felaketten başlarını kurtaramadılar.

Resit Paşa önce bu sözlere aldırış etmemişse de arkadaşının ısrarları uzayınca sırtını sıvazlayıp şöyle demiş:

-Efendi hazretleri, siz hiç merak buyurmayınız. Ben onu satın alırken tapusunu hanımın üzerine çıkartacağım

Fatih Sultan Mehmet ve ...

|
Fatih Sultan Mehmet beyaz atına binmiş,ordusunun önünde, İstanbul' ilk defa giriyor. İki yanında O'nu yetiştiren Akşemsettin, Mola Hüsrev ve Molla Gürani. Şehir halkı yol boyunca dizilmiş,heyecanla Türk Ordusunu karşılıyor.

Bu arada halkın arasından bir çok kimse, ellerindeki çiçek demetini Padişaha Sunmak için ileri atılıyor. Hepsi de Akşemsettin'i ak sakalıyla ağır duruşuyla Padişah sanıp çiçekleri O'na sunmaya çalışıyorlar. Akşemsettin atını geri çekip göz ucuyla Fatih'i göstererek:

- Sultan Mehmet odur., çiçekleri ona veriniz, demek istiyor.

Fatih Sultan Mehmet, çiçeklerle kendisine doğru yürüyenlere Hocası Akşemsettin'i göstererek:

- Gidiniz, çiçekleri gene ona veriniz. Sultan Mehmet benim, ama O, benim hocamdır, diyor.


Not: Hz Alinin bana 1 harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum sözüyle Fatih'in davranışı karşılaştırıldığında İstanbulu Fetheden bu gencin aslında ne kadar Büyük bir insan olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz

Bedeli Çanakkale'de Ödenecek

|
Askerlik vazifesi yaparken vatan uğrunda şehadet mertebesine ermek veya gazi olmak her Türk için tabii bir şeydir. Ancak bu 45 şehit ve 150 gazinin durumu başkadır. Zira bunların istisnasız hepsi( 1909 ve 1914 Askeri Mükellefiyet Kanunu gereğince) askerlik vazifesinden ya muaf ya da maksureli( tecilli) tutulmuş gençlerdir. Bu iki kanun sultani mektepleri talebe ve mezunları askerlik vazifesinden “ maksureli” ettiği gibi , Balkan Harbi sırasında mer’i olan 1909 kanunu da üstelik bütün İstanbul halkını askerlik vazifesinden azade kılmaktadır. bu şehit ve gazilerin hepsi 17-22 yaşındayken ve bir kısmı henüz mektebin lise ve orta kısmında, bir kısmıysa mezun ve İstanbul Darülfünunu veya Avrupa üniversitelerinde tahsildeyken, birbirleriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü olarak askere yazılmışlardı. Hatta içlerinden Irak Cephesi’nde şehit düşen 646 Celal İbrahim seferberliğin ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve “ 1 Numaralı Gönüllü” yazılmak şerefini elde emiştir.

Galatasaraylıların bu şüheda menkıbeleri arasında dünyada eşi bulunamayan bir tanesini Gazeteci Ziyad Ebuzziya şöyle dile getiriyor:

Mehmet Muzaffer’in Destanını-

Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer “zabit namzedi” olarak Çanakkale’de idi. ( Mart 1916) müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale’ de uğradıkları mağlubiyetlerden ve verdikleri yüzellibin zayiattan sonra Boğaz ’ı aşamayacaklarını anlamışlar , 1915’in son haftasıyla 1916’nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.

Galatasaray Lisesi öğrencisi iken gönüllü Çanakkale cephesine giden zabit (subay) adayı Mehmet Muzaffer Bey'in alayının otomobillerine lastik satın almak için bir gecede (1916 yılı baharı) yaptığı sahte 100 liranın ön yüzü. Paranın altında "bedeli Çanakkale'de altın olarak ödenecektir" yazılıdır. Teğmenliğe yükselen bu vatanseverimiz, 1917 yılında Gazze'de şehit düşmüştür.

Muzaffer Çanakkale’ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz ve Bozcaada’da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan ’ın da Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu bombardımanlar “ hiç mesabesindeydi.” Çanakkale’de ki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas, Irak, ve Filistin cephelerine sevk edeceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarına ikmal emri aldılar.
Muzaffer birliğinin alay karargahında görevliydi. Alay ’ın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübayalar için arttırma yapmak ilanlarda bulunmak ne adetti, ne de bunları kaybedilecek vakit vardı. Her şey “itimat” ile yürürdü.
Muzaffer açıkgözlü ve becerikli İstanbul çocuğu olduğundan Karargah, gerekli malzemenin temin ve mübayaasına onu memur etti. İcabeden paranın kendisine itası içinde Erkan-ı Harbiye Riyaseti’ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.

O yıllarda İstanbul’da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı,uğraştı,nihayet Karaköy’ de bir Yahudi de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti , ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam Yarbay'ın huzurundadır. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu.
Karşısında hazırol da duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan ,”Ne alınacak” dedi. “ Oto kamyon lastiği” cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer’e dik dik baktı :“ bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Haydi yürü git ,insanı günaha sokma para mara yok!...

Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezareti’nin ( bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dışarıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay ’ın ihtiyacı vardı. Elindeki ( Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemelerde mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi ,bir çaresini bulmak lazımdı...

Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı’na vardı birden durdu. Kendi kendine gülmüştü aradığı çareyi bulmuştu.Doğru tüccar Yahudi’ nin yanına gitti:
“ Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek,ezandan sonra gelip malları alamam . gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin...”
Tüccar “peki” dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti.“Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler”yahudi yine “peki” dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi’nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime ( yüz liralık kağıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci ’ye yollandı. Malzeme şat’a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.

Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti. Bozmadılar zira elindeki para sahte idi.Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıtın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arsında bir de şu ibare bulunuyordu: “
Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır.”Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:“ Bedeli Çanakkale ‘de altın olarak tesviye olunacaktır.”Onun burada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi.

Sahte paraya gelince...
Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul’da yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise Şehzade Halim Efendi ’nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.

Kaynak: http://www.canakkale.gen.tr

Karaman'ın Koyunu Sonra Çıkar Oyunu

|
Bu deyimle ilgili rivayetler ve hikayeler

1.HİKAYE

Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, "Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım" diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi'ni Konya'ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler.Karaman Beyi yemin ederken, elini koynunua götürerek: "Bu can burada kaldıkça, Osmanlı'yı kardeş bilip, kılıç çekmeyeceğime söz veriyorum" demiş. Fakat kurultaydan çıkan Karaman Beyi, kaftanının altından bir kuş çıkarıp salıvermiş ve "İşte can çıktı söz bitti" demiş. Karaman Bey'inin koynundan kuş çıkarıp salıvermesinden sonra bu darb-ı mesel halk arasında yayılmıştır.

2. HİKAYE

1243 senesi Kösedağ savaşından ve bozgunundan sonra, Selçuklu ordusu çekilmiş, Moğol ordusu yer yer Anadolu'yu istilaya başlamıştı. Moğollar Müslüman olmadıkları için, Müslüman Türklere karşı çok düşmanca hareket ediyorlardı. Kuvvetçe çok üstün durumda bulunuyorlar ve her savaşta galip geliyorlardı. Konya'yı istila ettikten sonra, Kerimüddin Karaman Bey zamanında Karaman'ın üzerine yürüdüler.Tarih takriben 1258 sıraları idi. Karamanoğlulları telaşa düştüler. Zira Moğollar kendilerine direnen yerlerde halkı kılıçtan geçiriyorlardı.Ne yapıp yapıp, bu putperest Moğolları yenmek lazımdı. Karamanlılar basit bir harp hilesi düşündüler. Netice de Moğollar'a baskın yapacaklardı. Moğol ordusu Konya üzerinden Karadağ'a doğru ilerliyordu. O tarihte Karadağ ormanla kaplı idi.Karaman askerleri koyun postuna bürünerek, bir koyun sürüsünün arasına karıştılar. Sürü ile birlikte Moğol ordusuna doğru yaklaşmaya başladılar.Moğol ordusu, sürüyü gasbetmek, yiyip içmek için bir kaç koyun yakalayıp kestiler, kızarttılar ve içkiyle beraber yemeye başladılar. Tam sızdıkları sırada, koyun postuna bürünen Karaman askerleri üzerlerindeki postları atarak, Moğolların üzerlerine çullandılar. Bir yandan da ormanda gizlenmiş bulunan esas ordu, Moğollara hücum etti. Bütün Moğol ordusu orada yok edildi. Tek tük kaçıp kurtulabilen Moğollar da etrafa bu deyimi yaydılar.

3. HİKAYE

Karaman kalesi Osmanlı ordusu tarafından sarıldığı zaman, kale içindeki halk, canını ve malını kurtarmak endişesine düşer.Bu arada, bir sürü sahibi de sürüsünü kurtarmak hazırlığı içindedir. Sürünün, Karaman kalesi'nin dışına açılan karanlık dehlizde yolunu bulabilmesi için, keçilerin boynuzlarına yanan meşaleler takar ve bu suretle dışarıya çıkarlar.Kaleyi sarmış bulunan Osmanlı askerleri, arka tarafta ellerinde meşaleler bulunan bir ordunun kendilerine saldırmak üzere bulunduğunu sanarak, kuşatmayı kaldırıp, ağırlıklarını bırakarak kaçarlar. Bunun bir sürü olduğunu, iş işten geçlikten sonra anlarlar, ve bu lafı çıkarırlar.

Sakla Samanı Gelir Zamanı

|
Karaman'ın Ayrancı ilçesinde Selçuklular devrinde yapılmış Atlas Hanı vardır. Yaşlı bir kadın yılların iyi gittiği zamanlarda, saman yaptırmakta ve yaptırdığı samanları da nodalayarak saklamaktadır. Aradan geçen birkaç yıl sonra büyük bir kuraklık olmuş ve kıtlık baş göstermiş. Böylece yaşlı kadın nodalardaki samanları satarak parasıyla bu Atlas Hanı yaptırmıştır. Bir de tekerlemesi vardır ki kadın şöyle der:
Sakladım sarı samanı Geldi zamanı Satıp parasıyla yaptırdım Atlas Hanı,

İşte han ile ilgili anlatılan bu efsaneye göre “Sakla Samanı Gelir Zamanı” sözünün kaynağının bu çevre ve Karaman'a ait olduğunu düşünebiliriz.

Ayran Dede

|
AYRAN DEDE (AYRANCI)
Yavuz Sultan Selim İran Seferine (1514Çaldıran) giderken Karaman-Ereğli güzergahında yer alan Ayrancı bölgesine geldiğinde, şimdi kazanın yanında ve üzerinde baraj kurulan akarsu ile karşılaşır. Bu akarsu üzerinde değişik aralıklarla 12 köprü vardır.


Yavuz Sultan Selim ordunun iki koldan Köprülerden geçmesini emreder. Hilmi DEDE Köprüsünden geçerken komutan askerlerin içmesi için temiz suyu nereden bulabileceğini Hilmi DEDE’YE sormuş, o da evinde karısının yayıkta yaymakta olduğu ayrandan ikram etmek istediğini söyler. Çevrede “Sokutaşı”olarak adlandırılan oyuk taşın içerisine bir miktar ayran doldurur. Komutan “İlahi dede bu kadarcık ayran koca orduya yeter mi?” der. Ayrandan bütün askerler içip yinede bitmediğini görünce, Hilmi DEDE’nin sırtını sıvazlayarak “Sen Hilmi Dede değil”, bilakis Ayran Dede’sin demesi üzerine ilçenin adıda AYRANCI olur.

Yıldırım Bayezid ve Timur Arasındaki Yazışmalar

|
I. Mektup ve Cevabı

Timur;Yıldırım Bayezid’e yazdığı birinci mektubunda özetle; “...Kara Yusuf ile Bağdat Sultanı olan Ahmet Celâyir’in, Osmanlı idaresine sığınma taleplerini kabul etmemesini, bu iki kişiyi yakalayıp aileleri ile birlikte yakendisine teslim edilmesini, veya öldürülmelerini, ya da ülke sınırları dışına çıkarılmaları...” gibi alternatif tekliflerini iletmiştir.

Yıldırım Bayezid; Timur’un bu gibi isteklerini emr-i vâki saymış, muhtemelen kendisine iltica edenlerin kışkırtmaları ve onun daha önceki Sivas kuşatması da dahil, Osmanlıya karşı beslediği istilâ planları sebebiyle çok sert ve hakaret edici cevabî mektubunda ;

“...Ey ihtiyar köpek, tekfurdan daha şiddetli kâfirsin. Mektubunda bizi korkutmak ve hile ile kandırmak istemişsin.Osmanlı sultanlarını, Acem padişahlarına benzetme. Osmanlı askerleri de, ne Kıpçak ülkesi Tatarı gibi sıradan insanlar, ne de Hint toplulukları gibi başı boş, sere serpe avare kalabalıklar değildirler. Osmanlı askerleri, Irak ve Horasan askerleri gibi hamiyetsiz ve perişan olmayacak kadar onurlu askerlerdir. Yinesen, Osmanlı askerlerini Şam ve Haleb(Memlûk) askerlerine de benzetmeyesin...” şeklinde ifadeler kullanmıştır

Yukarıda mektup içerisinde anılan tüm bu ülkeler, Timur’a mağlup olmuş yerler olduğu için, Yıldırım Bayezid buraları kötü birer örnek olarak Timur’a göstermek istemiştir. Ayrıca Yıldırım’ın mektubunda adları geçen İslam ülkelerinde Timur’un, çok sayıda Müslümanı öldürdüğü ve şehirlerini harabettiği kaydedilmektedir ki, bu durumu Timur da söylemekte bir beis görmemiştir. Böylesine bir âkibete uğramak istemeyen Yıldırım Bayeazid, işi savaş yoluyla bitirmek istemiş olacak ki ona yazdığı cevabında; “...bu mektup eline geçtikten sonra savaş meydanına her kim ki gelmeyip kaçarsa, onun eşi üç talakla kendisinden boş olsun...” diyerek, Timur’u savaş meydanına davet etmiş, gözdağı vermiştir.

II. Mektup ve Cevabı

Karşılıklı yazılan bu sert ve aşağılayıcı ilk mektuplardan sonra, taraflardaha temkinli olmayı yeğlemiş olmalı ki daha sonra yazacakları mektuplarda üslûplarını yumuşatmayı tercih ettiklerini görüyoruz. Şöyle ki;

Timur; “...Sen kendini Allah yolunda cihad eden, bizi ise haksız yere kan döken bir kâfir ve beni yeni yetme bir savaşçı saymışsın. Bil ki, ben kırk yıla yakın bir süredir nefsimi cihada adamışım. Bu cihatlar sonunda kaleler ve ülkeler feth ederek, beldeleri kurtarmakla meşgulüm. Kaldı ki bu halim, dünden daha açık ve kesindir. Bu mücadeleler esnasında, çok sayıda kişi bize itaat etmiş ve yolumuzda canlarını feda etmiştir. Siz niçin bize hizmet etmekten kaçıyor, sevgi göster miyorsunuz? Hem yaşça da senden büyük durumdayım.Bu güne kadar hangi tarafa gittiysem, kısa sürede orayı ele geçirdim. Sivas’ı da kısa zamanda elde ettim. Sen Malatya’yı muhasara ettin, dört ay elde edemedin ve geri dönmek zorunda kaldın. Sinop Kale’sini ne zamandan beridir elde edemedin. Mektubundaki gibi tehdit ve gurura kapılma, akıl yolundan uzak sözlere cesaret etme. Kaldı ki Sivas’ta ele geçirdiğim adamlarınızdan durumunu anlamış haldeyim. Dolayısıyla pek çok Müslümanı rencide etmek, han ve mallarını harab etmek uygun görülmemiştir.Bu sebeptendir ki, güzel cevap vermeyi yüksek bir iş olarak bil, ülkeni harap etmekten kurtarmış olursun. Bizimle anlaşma yoluna döner, özür dileyen bir ifade ile cevap verirsen, aramızda dostluk ve sevgi olur. Böylece Frenk kâfirine fırsat vermemiş olur, biz de, Sivas’tan çekilerek geri döneriz. Bizim niyetimiz ve meylimiz sizi zayıf düşürerek meşgul etmek,böylece kefere dinine yardım etmek değildir.Bizi ve askerimizi kâfir, dinsiz, sapık itikatlı mezhep sahibi ve çirkin âdetleri bulunmakla itham etme. Bizim askerimiz babadan ataya Müslüman ve Müslüman çocuklarıdır. Niçin hidâyete layık olmasınlar? Kaldı ki, Osmanlı’nın askerleri çoğunlukla kâfirlerden devşirme olduğu açıktır. Davamız cihangirlik olup, saltanatımız adına hutbeler okunmaktadır, sikkeler basılıdır. Müslümanların ûlü’l-emri olduğumuzda şüphe yoktur. Bizim soyumuz, İlhân-ı Âlişân’a ulaşmaktadır. Eğer samimi selâmınızla beraber iyi ifadeler içeren mektubunuz gelirse, her iki taraf arasında yumuşama ve sevgi peyda olur. Aksi halde kılıç ortaya çıkınca, kaleme yer kalmaz ve’s-selâm...” ifadelerini içeren ikinci mektubunu Yıldırım Bayezid’e göndermiştir.


Yıldırım Bayezid; “...Zamanın cihan sultanı olan Timur-i Sivas’a gelip yerleşmeyi, bizim Tebrîz’e yöneldiğimize benzeterek tuhaf kıyaslamada bulunmuşsun. Kaldı ki biz, Kefe’den Şirvan’a varıp, o ülkeye asker çıkarsak, kim mani olabilir? Kıpçak halkı sizden bıkıp usandığı için bizimle beraber olmayı tercih etmektedir. Malatya ve Sinop hususundaki iddianız da doğru değildir. Bazı sebeplerden dolayı muhasaradan vazgeçilmiştir. Yoksa bizim askerimizin azlığı veya sizin askerinizin çokluğundan dolayı olmamıştır. Kastamonu ve Karaman hakimlerinin inatları ve o sırada fırsat bulup, bazı vilâyetlerimize saldırmaları, bizim Malatya ve Sinop’taki muhasarayı kaldırmamızı zaruri kılmıştır...”

dedikten sonra mektubuna devamla;

“...İyi bil ki, atam Ertuğrul Han üçyüz kadar gazisiyle beraber, Hülâgû Tatar’ından onbin Tatar’a vurup, Alâeddin Keykubât’a galip gelenleri mağlup etmiştir. Bundan sonra devlet idâre etme şerefine nâil olmuş, hil‘at kendisine verilerek, Allâh’ın lutfu ile Âl-i Selçûk’un yerine idareyi elde tutması isyân ve baş kaldırma ile olmamıştır. Osman Bey’in ilk culûsundan itibaren, dört tarafında bulunan kâfirlerle gece-gündüz iki yüzbinden fazla askeriyle cihat etmiştir. Bu saltanat yıldızımız bugün dördüncü tabakaya erişmiş ve şimdiye kadar fethettiğimiz kale ve kasabaların sayısı geçmiş sultanların hayalinden geçmesi dahi mümkün olmamıştır...”

sözleriyle Osmanlı saltanatının tarihî seyrini açıkladıktan sonra, Osmanlının iktidar amacını şu ifadelerle duyurmaya çalışmıştır;

“...Bizim nazarımızda; dünya ve içindekilerin kıymeti, Allah yolunda cihat etmenin yanında saman çöpü kadar değeri yoktur. Osmanlı askerine Abdullâh oğlu demekten fazlasıyla zevk duyarız. Çünkü bütün sahâbe-i kirâmın ataları kâfir iken, kendileri müslüman oldular. Böyle müslüman olanlar, insafı olmayan müslüman-zâdelerden çok çok üstündürler...” şeklinde dinî kanaatini ifade etmiştir. Timur’un istila ettiği İslam ülkelerinde yaptıklarını tasvip etmeyerek;

“...Siz Sivas’ı harap idüp, ehl-iİslâm’ın ırzını pâyimâl etdükten sonra ne denile bilir ki! Siz, ilk suçlamayı kendinizden gidermeye uğraşıyorsunuz.Arapça ve Farsça gelen mektuplarınızda sertlik, kabalık, kibir ve gururdan başka bir nesne yoktu. Âl-iOsman, hile ile ülkeleri kendisine mülk edinmemiştir. Mektuplarımız akıllı devlet erkânımızla yapılan istişâreler sonrası yazılmıştır...” tepkisini göstermiştir.

Görüldüğü gibi Yıldırım Bayezid, Timur’dan gelen ikinci mektuba, iltifat gösteren diplomatik bir üslûpla cevap vermiştir. Timur’un İslâm âleminin liderliğini temsil edemeyeceğini belirtirken, Osmanlı Sultanları, liyâkat ve meşru yollarla iktidarı elinde bulundurdukları ve tek gayeleri, Allâh yolunda cihat etmek olduğu, mal ve arazi elde etmek gibi dünyevî emeller peşinde koşmak olmadığını özellikle belirtmiştir. Ayrıca Osmanlı ordusu, fethettiği ülkelerde Timur’un yaptığı gibi yıkıp yakarak harap etmediklerini de söyleyere konu, Osmanlı idaresi altındaki yerlere saldırıda bulunma düşüncesinden vazgeçirmeye çalışmıştır.

Timur’a yazılan ilk cevap niteliğindeki mektupta, Yıldırım Bayezid’inağır ifadeler kullanmaya, onun ilk mektubundaki sert ve kaba sözlerinin yolaçtığını izah ederken, ikinci cevap niteliğindeki mektupta Yıldırım Bayezid yumuşak bir ifade ile meseleyi hal etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Çünkü Timur, Anadolu’ya bu seferden önce geldiğinde verdiği zararı Yıldırım Bayezid çok iyi bilmektedir. Timur’u engellemek için onun psikolojisini bozmak ve vazgeçirmek niyetinde olduğu açıktır. Ancak, Bayezid’in yazdığı ağır ifadeler, ona karşı duyduğu öfkenin mektuba yansımasıdır. Zira, Sivas’ın ilk defa Timur tarafından tahrip edilmesi ve Yıldırım Bayezid’in oğlu Ertuğrul’un öldürülmesi sonrasında, Bayezid’in “Çal çoban çal, Ertuğrul gibi oğlun mu öldü, Sivas gibi kalen mi yıkıldı.”dizelerini söylemiş olması, onu ne derece üzdüğünü göstermektedir.

III. Mektup ve Cevabı

Yıldırım Bayezid’den alınan ikinci cevabın ardında;
Timur; “...Sungur Çavuş ve Hacı Bayezid ile gönderdiğimiz haberlerd oğrudur. Sizin küffârla savaştığınızı biliyoruz. Bu tarafta Gürcü kâfirlerle biz savaşıyoruz. Hem siz hem de bizler bu konuda mutluyuz. Bu durumun sayısız faydaları her iki tarafa olmaktadır.Yazdıklarımızda zerre kadar şaibe ve şüphe olamaz. Antlaşma kararı olursa, Mısır’la aramızda olanlardan ıslâh edici olunması isteğiniz uygun görülmemiştir. Çünkü ölen eski Mısır Vâlisi,elçilerimizden Irak ve Acem’in büyük saygı duyduğu Bahaddin Savcı’yı haksız yere öldürdü. Yine uzun süredir hapsettiği Gönültaş’ı serbest bırakması için elçi gönderdiğim halde isteğimi yerine getirmedi ve o günahsızı hiç endişe duymadan katletti. Biz Şam ve Haleb’e geldiğimizde, Mısır’da Hacı adındaki elçileri gelip haps olunan Otlamış’ı Haleb’e gönderelim dediler. Fakat bu sözün de aksini yaptılar. Timur, Osmanlı sultanının Memlüklerle irtibat kurmasına,bağları kuvvetlendirmesine vesile olacak faaliyetlerden rahatsız olduğunu ve Yıldırım Bayezid’in muhtemelen elçileri vasıtasıyla sözlü olarak Mısır Valisi olan kişi hakkında akrabalık ve kutsal mekanlara idarecilik yapmış olması, Timur ile Yıldırım Bayezid arasında arabuluculukta bulunmasına itiraz edip, rıza göstermeyerek; “...Senin, şimdi Mısır Vâlisi olan kimseye oğlumuz durdemeni uygun görmedik. Onu Sultânu’l-Harameyn elkâbıyla anmanız doğru olmaz. Belki Mücâvirü’l-Harameyn demeye lâyık değillerdir...” tepkisini bildirmiştir. Ancak Yıldırım Bayezid’in göndermiş olduğu önceki mektubu incelendiğinde Memlük Sultanı için yukarıdaki ifadeleri kullanmadığını görüyoruz. Acaba Karaman Beyliğine ait bazı kimselerin Osmanlı elçilerini ele geçirip, gönderilen mektuptaki ifadeleri değiştirdiklerine dair Bayezid’in kastettiği hadise bu sırada olmuş olabilir mi, sorusu akla gelebilir.

Timur mektubuna devamla; “...Bize dost olmayanı, kendinize yakın ve sevdiklerinize dahil etmeyiniz. Saltanat işleri nezâkete bağlıdır. Dikkat edilecek yönleri çoktur...” şeklinde tavsiye ve isteklerini dile getirmiş, “...Ahmed Celâyir şimdi Bağdat yakınlarına gelmiş, biz de oraya asker göndermişiz.Tekrar size taraf kaçar gelirse sahip çıkmayıp, bilâkis yakalayıp bize teslim etmeniz sizden isteğimizdir. Erzincan’a varıp, yerleri tahrip için şimdilik serhadda durularak elçilerinizin gelmesini beklemekteyiz...” şeklinde düşüncelerini Yıldırım Bayezid’e iletmiştir.

Yıldırım Bayezid; Timur’un mektuplarında yer alan isteklerini kabul etmeyerek, onu kendi atası olan Hülâgu’nun sergilediği tutuma davet etmiş, Osmanlı ülkesine sığınan Bağdat Sultanı Ahmet Celâyir ile Kara Yusuf’u teslim alma arzusundan vazgeçmesi için; “...Mısır hakimi ile aranızda geçen olaylardan dolayı bizim niyyetimizi doğru anlamamışsınız. Biz arzu etsek Mısır’ı feth etmeye her zaman kadiriz. Ahmet Celâyir tekrar geri Osmanlı topraklarına gelirse, Kara Yusuf ile birlikte ikisini size teslim etmemi istemişsiniz. Biliyorsunuz ki Hûlâgu Dârü’s-Selâm’ı alıp İran’ın çoğunu eline geçirdiği sırada, halifenin amcası çocuklarından bir iki kişi Mısır’a Kâhire Vâlisi Baybars’a sığındılar ve onun himayesine girdiler. Hülâgu’nun Bağdat Vâlisi olan Karaboğa Noyan, Baybars’la cenk ettiler. Halifenin amcasını Mısır askeri sanıp, orada şehit ettiler. Kaçanlar şimdiye kadar Kâhire’de kaldı ve Hülâgû Han onları geri istemedi ve takip de etmedi. Şimdi bu dostunuz feleğin tokadını yemiş bir iki kişiyi himaye etmekle hatırınızı kıracak bir durum olamaz. Zira Hülâgû böylesine cüz’i şeylerden vaz geçmiştir.Muradımız Sivas ve çevresinden elinizi çekmenizdir. Bunu yerine getirmeniz güzel bir işaretinizin gereği olduğu anlaşılacaktır. Ancak her hâlde Allah’ın takdirinden kaçılmaz ve bizim kimseden korkumuz yoktur...” şeklindeki düşüncelerini bildirmiştir.

Timur, Yıldırım Bayezid ile savaşa girmenin riskli olabileceği husussunda tereddüte düşmüş, elçiler vasıtasıyla savaş yapmadan amacına ulaşma yoluna gitmiştir. Diğer taraftan Yıldırım Bayezid, onun isteklerini yerine getirmekle, otoritesinin sarsılacağı, tarafında yer alan kimselerin Osmanlı idaresine güvenlerinin kalmayacağı ve Osmanlı geleneğine ters düşen “Kendisine sığınan kimseyi düşmanına teslim etmek” durumda olmak ismediği için Timur’a olumlu cevap vermediği anlaşılıyor.

IV. Mektup ve Cevabı

Karşılıklı yazılan mektupların en sonuncusunda Timur’un, Osmanlı idaresinden birkaç kale ve şehrin kendisine teslim edilmesi gibi kabulü mümkün olmayacak yeni şartları da ilave ederek, savaş niyetini daha açıkça belirtiği görülmektedir. Hatta mektuplarda geçmeyen, ancak bazı tarih araştırmalarında rastladığımız “Timur, Yıldırım Bayezid’den oğullarından birini kendisine rehin bırakması” isteğinde de bulunduğunu kaydetmişlerdir.

Timur; “...Şimdiye kadar sulh için çalıştım ve nihayet Sivas’a gelmem söz konusu oldu. Kâfire fırsat vermemek, İslam diyarlarını harap etmekten endişe edip, Şam tarafına giderek Mısır azizinden intikamımızı aldık. Sizin hasta olduğunuz hususu ağızlarda dolaşırken, biz bunu fırsat bilip dikkate almadık. Ancak siz fırsat bulunca bize bağlı olan Erzincan’a gelip valimizi rencide ettiniz. Adamımız olan Taharten(Muttaharten) sulhu sağlamak için sizin pişman olduğunuzu bize yazmıştır. Biz de güvendik ve sulh için antlaşmaya varılacağı umuduyla birkaç kez mektuplar gönderdik. Ama siz gittikçe artan bir katı tutum içerisinde oldunuz. Tâ ki biz ve askerimiz için kâfir ve kâfirden daha eşed kâfirlerdir demeniz sözü her yerde söylenir olmaya başladı. Elçileriniz olan Sungur ve Ahmed adamlarınız uzun süredir yanımızdadırlar. İslamlığımızıve inancımızı biliyorlar. Hedefimiz Kefe ve Kırım yönüne iken, Şirvan’dan geridönüp tekrar Erzincan’dan o tarafa varmak icap etti. Semerkand’da bulunan oğlum Muîneddin Muhammed Sultan Bahadır da askeri ile birlikte bana katılacaktır. İsteğimiz Erzincan’a varmadan ve askerimiz şehirlerinize girmeden önce Sivas, Malatya, Elbistan, Erzincan ve Kemâh’ın bize bırakıldığını sağlam bir ahit-nâme ile bildirmenizdir. Sulha muhalif değilim ve bağlıyım. Bu sulhun bir sûretini Mekke-i Mükerreme’de Bâbü’l-Harâm’da kapalı muhafaza olunsun ki, kimin bu sulha uyup uymadığı ortaya çıksın. Bu mektup Sungur, Ahmed ve Hacı Bayezid ile gönderildi.

”Yıldırım Bayezid; savaşın olmaması için Timur’u ikna edebilecek bazı durumları açıklamayı uygun görmüş, antlaşmaya razı olduğu, belki de bazı önşartlarını kabul edebileceği intibaını vermek isteyerek; “...Timûr-i köregen hazretleri, ilgi uyandıran antlaşmaya dair mektubunuz, ben Sivas’a geldikten sonra ulaştı. Ben bu sırada antlaşma hazırlığı içerisinde bulunuyordum ki; Nâgâh(vakitsiz saatte) sulha muhalif bir başka mektup Karaman fesatları elinden orduyu humâyûnumuza erişti ve antlaşmanın gecikmesine sebep oldu.
Devlet erkânımızdan akıllı kişiler bu durumu şöyle değerlendirdiler.İkinci mektup ilk karışık dönem sürecinde yazılarak elçi ile gönderildi.Karaman topluluğu ki eskiden beri ocağımızın düşmanı olmuşlardır, bunlar elçimizi öldürüp, fitne iyice ayyuka çıkıncaya kadar mektubu sakladılar.Musâlaha olacağı ihtimâlini görünce, bu kez bazı rezilleri üzerimize gönderip bizi şüpheye düşürmüşlerdir. Rezillerin eline düşen mektubun gecikmesinin sebebi dahi biz olmadığımız hususu malumunuzdur. Bu durumu yaltaklanma olarak görürseniz hayır, asla düşmandan yüz çevirmek âdetimizden değildir.Sulh ve cengin cezası ve mükâfatı buna sebep olan tarafa aittir. Eğer bir kimse fitneye sebep olursa, Allah’u Teâlâ onun cezasını versin...”


Kaynak ABDURRAHMAN DAŞ
Aşağıdaki linklerden Mektuplarla ve O tarihle ilgili daha ayrıntılı bilgi bulabilirsiniz

pdf
html

Kanuni Sultan Süleyman'ın Ferdinand'a mektubu

|
1532 yılında Kanuni büyük bir ordu ile Almanya üzerine yürüdü. Aylarca Almanya'da gezdiği halde, ne Ferdinand ve ne de kardeşi Şarlken, Kanuni ile savaşmaya cesaret edemediler. Bunun üzerine Kanuni Şarlken'i savaş alanına çekebilmek için, aşağıdaki mektubu yazdı:

- "Bu kadar zamandır erlik davası yapıp durursun. Ne senden ne kardeşinden nam ve nişan yok. Sizlere saltanat ve erlik davası haramdır. Belki karından dahi utanmazsın. Belki kadında gayret var sizde yok. Er isen meydana gelesin, takdir ne ise yerine gele. Gel seninle saltanatı Beç (Viyana) sahrasında paylaşalım. Bu kere dahi meydana çıkmazsan avratlar gibi çıkrık alıp padişahlık tacını takmayasın."

Abdullah oğlu Cabir'in rüyası

|
Ashabtan Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük inekleri sağdığını, hastaların sağları ziyaret ettiğini, kuru bir çay kenarında yemyeşil bahçeler bulunduğunu, minberde koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir rüyaya benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı. Bu rüyayı yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi. Hz. Peygamberin "İlim beldesinin kapısı" diye nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir açıklama getirebilirdi. Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz. Ali'ye müracaat etti.

Rüyasını tane tane anlattı ve ne anlama geldiğini yormasını rica etti.

Hz. Ali "Yanlış yorumdan Allah korusun" diyerek söze başladı ve şöyle devam etti.

- "Büyük ineklerin küçük inekleri sağması, yetki ve mevkilerini halkı soymak için kullanan görevlileri (amir ve memurları); hastaların sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini arz etmek için zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında bulunan yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında çok büyük sanılan ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri kupkuru çölden ibaret olan ilim adamlarını; minberde duran koca koca putlar ise, layık olmadığı halde ilmin, dinin ve devletin yüce makamlarına yükselmiş kimseleri ifade eder."

Kişisel fikrim:
Rüyanın yorumlarına baktığımızda geçmişte ve günümüzde makam ve mevkilerin içi boş insanlarla doldurulduğunu gördük okuduk hala günümüzde nice insan varki bu halde ve bizler onları dinlemeye devam ediyoruz oysa ...

Bu dünyada en değerli şey nedir

|
Sultan III.Mustafa bu gün Laleli adı verilen bölgede bir cami yaptırmak istiyordu.
Cami inşaatını denetlemeye geldiği bir gün bölgede Laleli Baba adlı bir evliyanın yaşadığını öğrendi. Laleli Baba ile görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak istedi. Laleli Baba bulundu ve padişah Laleli Baba ile uzun bir sohbet yaptı.
Sohbetin bitiminde III.Mustafa bu din ulusuna bir soru sordu:
-Efendi hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba?
Laleli Baba cevap verdi:
-Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız bir şekilde def-i hacet (büyük hacet) yapabilmektir, dedi.
Hükümdar bu cevaptan hoşnud olmadı. Başından beri büyüleyici konuşmaları ile herkesi etkileyen bir zata bu cevabı yakıştıramamıştı.Hatta bu cevabı biraz kaba da buldu. Bundan sonra bir şey konuşulmadı. Hükümdar maiyeti ile birlikte saraya döndü.
Ertesi gün hükümdar şiddetli bir kabızlığa yakalandı. Sarayın bütün ilgilileri, hekimbaşılar seferber oldular, bilinen bütün ilaç ve yöntemleri denediler, fayda etmedi.
Padişah kıvranıyordu.Günler geçmiş padişahın derdine derman bulunamamıştı. Nihayet birinin aklına geldi. Laleli Baba’ya haber verilirse onun himmeti ile hükümdar bu dertten kurtulabilirdi.Padişaha danışıldı, o da:
-Ne gerekirse yapılsın, dedi.
Laleli Baba hemen saraya getirildi. Hükümdar doğum sancısı çeken bir kadın gibi zorlanıyordu. Hükümdar Laleli Baba’ya yalvardı:
-Aman beni kurtar...
Laleli Baba:
-O kadar kolay değil, karşılık olarak ne vereceksin, dedi.
Hükümdar:
-Senin bölgende yaptırdığım camiyi sana hibe ederim.
Laleli Baba:
-Yetmez, dedi.
Sultan Mustafa bir sürü vaadlerde bulundu, Laleli Baba hazretleri bir türlü yeter demiyordu. En sonunda ağzındaki baklayı çıkardı:
-Sana himmet edeceğim, ama karşılığında padişahlığı isterim, dedi.
Padişah kem küm etti ama çaresi yoktu:
-Tamam, o da senin olsun, dedi.
Laleli Baba duasını yaptı, hükümdarın sırtını sıvazladı:
-Hadi git kurtulacaksın, dedi.
Padişah kurtulmuştu ama saltanat da gitmişti. Şifa bulmasının sevincini padişahlığı kaybetmesi gölgeliyordu.
Laleli Baba sultanın haline baktı ve dedi ki:
-Bir saltanat ki bir def-i hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değildir, al yine senin olsun, dedi ve evine geri döndü.

Stalin ve Tavuk

|
Stalin çalışma odasına yakın dostlarını toplamış sohbet ediyordu. Votka şişelerinin biri gidip, diğeri geliyordu. Kafalar iyice dumanlanmıştı. Stalin kan çanağına dönmüş gözlerini etrafında dalkavukluk yarışına girmiş adamlarına çevirerek sordu:

-Saçını ihtilalde, halk içinde, devlet yönetiminde, bürokraside ağartmış dostlarım... Söyleyin bakalım halkın yönetime baş eğmesi, kayıtsız şartsız itaat etmesi için yöneticiler ne yapmalı, nasıl davranmalıdır?

Her dumanlı kafadan bir ses çıktı. Kimisi adaletten, haktan söz etti... Kimisi demokrasiden... Kimisi sürgünden, sehpadan, hapisten...

Stalin, beğenmedi adamlarının izahatlarını...
Bir kadeh daha votka çekerek şöyle dedi:
-Yönetimi eline geçiren hükümdar en yücedir! Halkın karşınızda baş eğip durması için ne yapmanız gerektiğini durun da şu beyinsiz kafalarınıza çivi gibi çakayım...

Hemen hizmetçileri çağırıp emretti.
-Çabuk bana bir tavuk getirin...
Aceleyle bir tavuk kapıp getirdi adamları... Stalin, kafaları iyice dumanlanmış adamlarının gözleri önünde başladı canlı canlı tüylerini yolmaya tavuğun. Bütün tüyleri yolunup cascavlak kalan tavuğu odanın ortasına salıverdi, lider...
-Şimdi izleyin bakalım nereye gidecek bu şaşkın tavuk...
Zavallı tavuk bu azaptan kaçıp kurtulayım diye aralık kapıdan dışarı canını atayım diyor, soğuktan tir tir titriyor... Masaların altına giriyor, köşeli masa ayakları canını yakıyor... Duvar diplerine koşuyor teleksiz, tüysüz kanatları yara bere içinde kalıyor... Şömineye yaklaşıyor tüysüz derisi kavruluyor...
Çaresiz, tüylerini yolan Stalin'in bacakları arasına saklanıp, sığınıyor... O zaman Stalin, cebinden bir avuç yem çıkarıp önüne tane tane atıveriyor yolunmuş tavuğun... Yemlenen tavuk, Stalin nereye yönelse peşinden koşuveriyor..

Ağızları bir karış açık kalan dostlarına bakıp, şöyle diyor Stalin:
-Gördünüz mü, halk dediğiniz topluluk bu tavuk gibidir. Tüylerini yolup al ve serbest bırak... O zaman yönetmek kolay olur...

Stalin'in sofra dostları hayretler içinde kalıp:
-Vay anasını birader, adamdaki akıla bak, diye başlarını salladılar...

Osmanlıda Yalancı Şahitliğin Cezası

|
Yalancı şehadeti tespit edilen şahıs kadının emri ile muhzırlar (adli polis) tarafından uyuz bir eşeğe bindirilmekte, suçunu bağıran bir tellağın eşliğinde, bulunduğu şehrin caddelerinde dolaştırılıp teşhir edildikten sonra serbest bırakılmaktaydı. Böyle bir şahıs, hayatının sonuna kadar şahitlik etmek hakkını kaybetmekteydi.

Şehadeti devlet güvenliğini ilgilendiren bir mevzuda hapsedilmekte, padişahın şahsını ilgilendiren bir mevzuda ise, idam edilmekteydi.

Kaynak:Osmanlı’yı Cihan Devleti Yapan 150 Sır, Ali Karaçam

Kişisel yorum: Padişahın şahsına karşı yalancılığın cezasının İdamla cezalandırılması diğerlerinde ise hapis verilmesi Padişahın devletinde önünde olduğunu gösteriyor ki Günümüzün Modern Hukuku bunu şiddetle red eder. Yukarıdaki örneğe benzer bir uygulamada Suudi Arabistanda vardır. Şeri hukuka göre yönetilen Suudi Arabistan'da Suud Kralına yönelik suçların cezası genelde ölümle sonuçlanabilirken aynı suç başka bireylere karşı işlendiğinde farklı cezalar verillmektedir

Bir toplumda suça karşı cezalar sınıf,zümre farkı gözetmeden uygulanmadıkca Adalet sözkonusu değildir

Albert Einstein Mektubu

|
Almanya'da, Hitler iktidara gelmesiyle yahudi karşıtı bir politika izlemiştir.Yahudilerin alman devletinde çalışmasına son verilmeye başlanmış ve sonrasında olanlarda herkesce malumdur Şavaş öncesi dönemde Almanyadan kaçmaya çalışan Yahudi Bilim Adamları başlıca iki ülkeyi tercih etmişlerdir.

1-ABD
2-Türkiye Cumhuriyeti...

Einstein o dönem Atatürk'e 40 bilim adamının ismini önermiş ve Atatürk çok başarılı bu bilim adamlarını Türkiye'ye davet etmiştir. Ve bu 40 bilim adamı İstanbul Üniversitesi ve Ankara DTCF'de görev alarak, ülkemizde modern bilimin ve üniversitenin başlamasına diğer Türk bilim adamları ile birlikte öncülük etmişlerdir. İşte ülkemizin tarihte aldığı en büyük beyin göçünün hikayesi...

Aşağıda Einstein'in Atatürk'e bu konu ile ilgili olarak yazdığı mektup vardır. Bu mektup bugün, Başbakanlığa bağlı Cumhuriyet Arşivi’nde bulunmaktadır. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü ve Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey'in imzalarıyla...


Ekselansları Atatürk

OSE Dünya Birliği'nin şeref başkanı olarak, Almanya'dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye'de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya'da halen yürürlükte olan yasalar nedeni ile mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler.

Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda müracaat arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.

Ekselanslarının sadık hizmetkarı olmaktan şeref duyan
Prof. Albert Einstein

Kaynak: VikiKaynak, özgür ansiklopedi

Doktor Ömer Musluoğlu ve bir anzak askeri

|
1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere
ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından
geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

"Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil.Newyork'da Medical Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak,elektrokardiyoğrafi çekmek gibi işler..

Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu acar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim.

Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak " Hayır " manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum:
Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
"Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki:
“Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...
”Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
“Siz Türk müsünüz?”
“Evet Türk'üm....”

İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:
“Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım Avustralya Anzaklarından ...İngilizler bizi toplayıp dediler ki:

Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda . Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine vaadetlerine... Savaşmak isteyenler arasına katıldık.”

Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: “Bizim beynimizi yıkayan ingilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevkediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman . Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi . Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman... Her taaruzunda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı
bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş .

Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi
püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipcik darbesiyle kendimden geçmişim.”

Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:
“Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiçte öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. iyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: Bu adamlar
isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla "Yazıklar olsun bana" dedim." Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum. Niye savaşmaya gelmişim. Bu ingiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış" diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce..... Nihayet bize serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. işte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte”

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya 'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler misiniz? Dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu: Peki niçin Ömer ismini, vermişler sana ? Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adı vermiş. Yahu senin adın müslüman adı mı ? Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu?
İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi.Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun."Olsun. Peki doktor beni müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?" Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için , soramadığı için konuşamıyormuş.
Tabii dedim müslüman olmak çok kolay.Sonra kendisine imanın ve islamın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i Şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan,hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı islamiyete olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı....Mırıldandı: Siz müslümanlar tesbih
çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine
getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor,biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti. Beni yalnız bırakma olur mu? Ne gibi Ömer amca ? Ara sıra gel de bana islamiyeti anlat! sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.

Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki içimden "Bizim Ömer amca galiba yolcu?" hemen yukarı çıktım.
Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı,göğsünde imanı ile ,koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şahadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti....

Ziya Efendi Efsanesi

| Pazartesi, Ocak 21
Yavuz Sultan Selim İran seferine giderken Karaman-Ereğli güzergahında yer alan Ayrancı bölgesine geldiğinde coşkun şekilde akan ve şimdi üzerine baraj kurulmuş olan dere ile karşılaşır.
Bu akarsu üzerinde değişik aralıklarla on iki köprü vardır. Yavuz iki koldan köprülerden geçilmesini ister. Birinci kolun başında kendisi bugün “Ziya Efendi Köprüsü” adı verilen köprüden geçmek ister.

Yavuz Sultan Selim ordusunun başında köprüye gelince, Ziya Efendi ve adamlarınca karşılanıp, köprüden geçmelerine izin verilmez. Yavuz, Ziya Efendi’ye köprüden geçmek için fazlasıyla para teklif eder. Ziya Efendi kabul etmeyerek Yavuz Sultan Selim’e gözlerini kapatıp, açmasını söyler. Yavuz gözlerini açınca dağların taşların altın olduğunu görür. Ziya Efendi bu işte paranın önemli olmadığını ancak kendisini geçirtmeyeceğini söyleyince, Yavuz da “Geçme namert köprüsünden, seller alırsa alsın beni” diyerek ordusunu sudan geçirir. Sudan geçerken iki asker boğulur ve iki katır da sırtındaki erzaklarla birlikte suya kapılır kaybolur. Ordunun karşıya geçişi tamamlanınca, Ziya Efendi Yavuz Sultan Selim’in huzuruna çıkar ve ölen askerlerin düşman casusu olduğunu, kaybedilen erzakların da dul ve yetimlerden gönülsüzce alındığını belirterek, Yavuz’a altından yapılmış bir ibrik hediye eder.

Yavuz Çaldıran’a vardığında namaz kılmak için abdest alırken ibriğin üzerindeki yazılar gözüne ilişir. Yazı şöyledir : “AKŞAMKİ AŞINI SABAHA BIRAK AŞ OLUR, AKŞAMKİ İŞİNİ SABAHA BIRAKMA, İŞ OLUR”. Bunu okuyan Yavuz Sultan Selim orduya hemen saldırı emrini vererek büyük bir zafer kazanır.

Bu tarihi köprünün günümüzdeki hali ise içler acısıdır. Defineciler tarafından yıkılacak derecede harap edilen köprünün yanındaki mezarlık da, başta Ziya Efendi’ye ait olduğu söylenen mezar olmak üzere, büyük ölçüde yağmalanmıştır.

Sapanca Gölü Efsanesi

|
Bir zamanlar Sapanca gölünün yerinde, verimli topraklar, bu toprakların üzerinde de zengin, varlıklı bir kasaba varmış. Kasaba halkı zenginmiş, varlıklıymış ama , gözlerini dünya malı bürümüş, bencillik ve cimrilik ruhlarını karartmış.

Bir gün, Adapazarı’nın güneyindeki Erenler tepesinde oturan, gözünü dünyaya kapamış, gönlünü aşk ve sevgiyle doldurmuş erenlerden bir eren, bu kasabaya inmiş.

Selâm vermiş, selamını almamışlar, konuk olmak istemiş, kimse “buyurun” dememiş, hangi kapıyı çaldıysa yüzüne kapanmış, bu fakir, fakat gönlü zengin dervişe bir bardak içecek su bile vermemişler.

Derviş gönlü bu, bir kırıldı mı onarılmaz, onarılsa da faydası olmaz. Aksama değin yorgun-argın, aç-susuz kasabayı terk ederken, ötelerde küçük bir kulübeden sızan mum ışığına doğru yönelmiş, bir de bu kapıyı çalayım, belki bir gönül yoldaşı bulurum diye düşünmüş.

Bu, kasaba halkına sapan yaparak geçimini sağlayan fakir bir sapancının is yeriymiş. Kapıyı çalmış, az sonra sapancı güler yüzle konuğuna açmış kapıyı:

- Buyurun, hoş geldin, safa geldin. Ocaktan tencereyi simdi indirdim. Bir konuk göndermesi için Tanrı’ya niyaz ediyordum, demiş.

Derviş memnun, baş köşeye oturmuş. Sapancı sofrayı kurmuş, nesi var, nesi yoksa dervişin önüne getirmiş. Yemekten sonra, içi talaş dolu yatağını sermiş, konuğunu yatırmış. Sabah, erkenden kalkmışlar. Derviş, Sapancı’dan izin istemiş, Sapancı da onu karşıdaki tepelere kadar uğurlamış. Dönüsünde bir de ne görsün. Kasabanın yerinde koca bir göl var. Ne ev-bark kalmış, ne tarla-tapan. Koca göl, hepsini bir anda yutuvermiş. Kendisinden başka hayatta kimsecikler yok. Dervişin ahı tutmuş, kırılan bir gönül, bir kasabaya mal olmuş. O günden sonra, bu koca göle Sapanca adını vermişler.

Mesir Macunu

|



Yavuz Sultan Selim’in karısı ve Kanunî Sultan Süleyman’ın annesi Ayşe Hafsa Sultan, 1522 yılında Manisa’da Sultan Camii adıyla büyük bir cami yaptırır. Caminin çevresini de okul, imaret, hamam, akıl hastanesi gibi hayır eserleriyle donatır. O zaman timarhane denilen akıl hastanesinin başına, devrin tanınmış bilgin ve doktorlarından Şeyh Merkez Efendi’yi getirir. Asıl adı Muslihiddin Musa olan Merkez Efendi, aynı zamanda gönül sahibi, erenlerden olgun bir kişidir. Hastanedeki delileri, müzikle, şiirle tedaviye çalışır, hastanesinde bir saz ekibi kurdurur. Bir gün, Ayşe Hafsa Sultan ağır bir hastalığa yakalanır. Hiçbir hekim derdine çare bulamaz. Devrin bilginlerinden Sümbül Efendi’ye baş vururlar. Sümbül Efendi:

- Manisa’da hekim Muslihiddin Musa bilir ancak… Ona danışın, der.

Gelirler Manisa’ya. Doğruca timarhaneye giderler. Bir de ne görsünler… Hekim Muslihiddin Musa avlusuna toplamış delileri, koca taş dibekte, baharat döğdürür. Selam verip beklerler. Merkez Efendi, döğülen baharatı alır, balla, şekerle kaynatarak macun yapar. Hastane kapısında bekleşen hastalara teker teker dağıtır. Artanını da İstanbul’dan gelen konuklara verir:

- Alınız, bu macunları, tiz saraya götürünüz, Valide Sultan’a yedirirseniz bir şeyciği kalmaz.

Gerçekten de Ayşe Hafsa Sultan, macunları yedikten sonra, şifa bulur. Derdinden kurtulur, Merkez Efendi’yi de İstanbul’a çağırır.

O gün bugündür, bu şifalı macunlara “Mesir Macunu” denir. İçerisinde, karanfilden, zencefilden, karabiberden, tarçından tutun da sinamekiye kadar 41 çeşit baharatın bulunduğu bu macunlar ince kâğıtlara sarılarak halka dağıtılır. İstek çok olunca, bunun yılın belirli bir ayında Sultan Camii minarelerinden atılması gelenek halini alır. Her yıl Manisa’da, nisan ayının son haftasında yapılan Mesir şenliklerinde bu geleneğe uyularak, macunlar hazırlatılır ve minarelerden atılır. Binlerce insanın kapıştığı bu macunların her derde deva olduğu inancı, bugün de halk arasında yaygındır.

Kemençenin Öyküsü

|


Bir zamanlar Rize’deki iki aileden birinin oğlu, ötekinin kızına aşık olmuş. İki aşık, aşklarının vuslatını bekler, mutluluğun özlemini çekerlerken, ne olduysa olmus, iki ailenin arası açılıvermiş. Umutlarının bir anda söndügünü gören iki aşık, bir gece sözleşerek ormana kaçmışlar ama, aileleri de peşlerini bırakmamış, onları izlemiş, koruluğun bir köşesinde kıstırmışlar. Yakalanacaklarını anlayan aşıklar, derinden bir “ah!” çekerek:

- Bizi bunların elinden kurtar Tanrım! Dal olup bölüşelim, saz olup söyleşelim, diye dua etmisler.
Oğlan servi, kiz limon ağacı olmuş. Limon ağacından kemençe, serviden de yay yapmışlar. Bunlar bir araya gelince, saz olup söyleşmiş, aşklarını dile getirmisler.
Gerçekten de kemençenin en iyisi bu iki agaçtan yapılır.

Doğu Karadeniz insanı kemençenin öyküsünü bu şekilde anlatırlar.

Sakar Dede Beş Köprü söylencesi

|
Günün birinde sakar Dede adında bir ermişin yolu bu yöreye düşer.
Sakarya üzerindeki Beşköprü’de durdurulup geçiş vergisi istenir.
Dede parası olmadığını ve bu parayı ödeyemeceğini söyler.
Fakat parası yoksa köprüden geçemeyeceği kendisine söylenince ellerini açıp Tanrı’ya dua eder.
Duası bitmeden nehir yer değiştirip Sakar Dede’nin gösterdiği ovadan akmaya başlar.

İnanışa göre o günden sonra nehrin adı sakar diye anılmaya başlar.
Bu ad zamanla Sakarya’ya dönüşmüştür.Erenler Tepesi’ndeki ermişin de Sakar Dede olduğuna inanılır.

Sakarya Şeyhler Köyü Söylencesi

|
Orhan Gazi Akçakoca’ya doğru ilerlerken Şeyhler Köyü’nün biraz güneyinde mola verir;

Konaklar Köyünden Şeyh İsmail Askerlerin karnını doyurmayı üstlenmiştir.

Karargaha gider,askerlerin önüne,bir kişilik yemek bırakır.

Orhan Gazi buna kızar ama,askerler doymuş yemek artmıştır bile
Orhan Gazi Şeyhin bu kerameti karşısında elini öper,bir dileği olup olmadığını sorar.
Şeyh ezan sesinin duyulduğu alanın kendisine bağışlanmasını ister.
Bu dilek yerine getirilir.

İnanışa göre “Hacet Bayramı “,her yıl o günün anısını yaşatmak için düzenlenir.
Bu bayramda yemekler ne denli az,konuklar ne denli çok olursa olsun,herkesin karnı doyar.

Tuğra Bozan Nalbant

|
Bir zamanlar Trabzon’un bulunduğu yerde küçük, şirin bir kasaba varmiş. Bir gün, kasabaya, tozu dumana katarak dört nala, bir atlı girmiş. Doğruca nalbant dükkânına giderek haykırmış:

- Atım terini soğutmadan tiz nallayın! Yoksa hepinizi kılıçtan geçirim.

Herkes, süvarinin heybetinden titremeye baslamiş. Nalbant hemen dört nal hazırlayıp süvariye uzatmış:

- Yigidim, gör nalları! Beğenirsen çivileyelim, demiş.

Süvari nalları şöyle bir yoklamış, avucunda sıkarak iki büklüm edivermiş:

- Ben teneke değil, nal isterim! Diye gürlemiş.

Nalbant bu defa, halis çelikten dört nal hazırlamış, atını nallamış. Atlı yabancı memnun. Cebinden bir altın çıkararak nalbanta uzatmış.

Nalbant, altını parmakları arasında şöyle bir sürtüştürmüş. Paranın bütün yazıları silinmiş. Kendine dikkatle bakan atlıya:

- Al bu bozuk altını! Baksana tuğrası bozulmuş, diye uzatmış.

Yiğit adam şaşırmış, bir altın daha çıkarmış. Nalbant bir sürtüle, onun da tuğrasını bozmuş. O zaman atlı, karşısındakinin hiç de yabana atılır birisi olmadığını anlamış:

- Hey, demiş. Atla atına, düş peşime. Sen bir nalbant dükkanına değil, er meydanına lâyıksın.

O günden sonra bu kasabanın adı “Tugra bozan” olmuş. Ve bu isim, zamanla “Trabzon” biçiminde söylenmiş.

Kesik Başlı Yiğit

|
Fatih Sultan Mehmet’in orduları Trabzon önlerine gelmişti. Pontus Kralı Davit, Fatih’e karşı Trabzon’u kurtarmalıydı. Düşündü, taşındı, kararını verdi. Fatih’e bir heyet gönderdi, su teklifi yaptı:

- Şehrin dışında ve sahilde Ayasofya kilisesi ile kule arasında kalan bir zincir var. Bu zincir, kırk defa atılacak top güllesi ile koparılırsa, şehri teslim edeceğim. Yok, eğer koparılamazsa, Fatih ordularını geri çeksin.

Heyet başkanı bunları söyledikten sonra su sözleri de ilâve etti:

- Devletlû sultan, topçularına her zaman güvendiğini ifade eder, bu teklifi elbette kabul edecektir.

Fatih Sultan Mehmet, kendisinin ve ordusunun gururuna hitap eden bu teklifi kabul etti. Haber Trabzon - Pontus Kralına ulaştırıldığı zaman, Davit :

- Kurtulduk. Gözle dahi görülmeyen bir zincirin, ta uzaklardan atılacak gülle ile koparılmasına imkân yoktur. Zincir koparılmayanca Fatih de sözünde duracak, ordusu ile geri dönecektir.


Derken top atışları başladı. Bir, iki, üç! Fatih, top başında bekliyor, her atılan gülle, boşlukta kayboldukça, üzülüyordu. 39′uncu gülle de atılmış, en nisancı topçular denendiği halde, zincir koparılamamıştı. Fatih son emrini verdi:

- Kendine güvenen varsa gelsin top başına!

Güvenmek mesele değildi. Bu sonuncu gülle de boşa giderse, kelleyi vermek de vardı. Derin bir sükût oldu. Kimse top başına gelemiyordu. Tam bu sırada birden topun ateşlendiği görüldü. Bir gülle boşluğa uçtu. Kimdi topu ateşleyen?

Herkes şaşakalmıştı. Sonunda, çelimsiz bir yeniçerinin bu topu ateşleyiverdiği anlaşılmıştı. Yaka paça Fatih’in huzuruna getirdiler. Fatih, hiddetle sordu:

- Sen topçu musun?

- Değilim!…

- O halde topu neden ateşledin?

- Zinciri koparmak için devletlim…

Fatih, hiddetinden köpürüyordu. Son fırsatı da kaçırmıştı. Haykırdı:

- Tez başını vurun!

Bir anda bir baş yuvarlandı. Az sonra da karşı tepelerden bir çığlık yükseldi.

- Zincir koptu!… Şehir teslim oluyor!…

Ortalık birbirine karışmıştı. Ordu çil gibi şehre akıyor, en önde, koltuğunun altında kesik başı bulunan bir yeniçerinin koştuğu görülüyordu! Bu, biraz önce topu ateşleyen Hoşoğlandı… Hoşoğlan, görüldüğünü anlayınca olduğu yere yığılmış kalmıştı.

Trabzon kalesinde Fatih’in bayrağı dalgalanırken, Hoşoğlan’ın mezarı üzerinde de bir türbe yükseliyordu. Destanlarla süslü bir türbe

Ağaç Baba

|
Adapazarı’nın Erenler Tepesi’nde Ağaç Baba adlı bir ermiş yatar.

Ağaç Baba baharda ormana iner, boş tarlalara fidan diker, ağaç yetiştirir. Ağaç Baba’nın diktiği fidanlara el sürenin, yetiştirdiği ağaçları kesenin elleri kurur, başına her türlü kötülük gelir, bu yüzden hiç kimse ormana el sürmezmiş.

Ağaç Baba ölüm döşeğindeyken:

- Benden sonra çocuklarınızın mutlu, topraklarınızın bereketli olmasını istiyorsanız ağaç dikin diye vasiyet etmiştir.

Ağaç Baba öleli, yıllar, yüzyıllar olmuş. Ama ölmeyen, halk arasında yasayan bir vasiyeti var. Bu vasiyeti yalnız Sakarya için değil, tüm Anadolu insanının sahiplenmesi gerekmektedir.

Tekelioğlu Destanı

|
Yiğit Tekelioğlu, Burdur Beylerinden birinin güzel kızına gönlünü kaptırır. kızı ister:
- Biz, başıbozuk zeybek takımına kız vermeyiz, gitsin kismetini baska yerden arasın, derler.
Bu sözler, Burdur yaylalarının korkusuz mert zeybeği Tekelioğlu’nun gururunu incitir, gönlünü yaralar. Üstelik bey kızı da kendisini sevmektedir. Bu umutsuz aşk, böyle sürüp giderken, bir haber ulaşır Tekelioğlu’na. Bey kızı, komşu beylerden birine verilmiş, Burdur’da anlı - şanlı düğünler yapılmakta. Tekelioğlu canevinden vurulur. Üç-beş arkadaşıyla birlikte, düğün alayının geçecegi yolda pusu kurar. Alay, bulunduğu yere yaklaşır yaklaşmaz, yayından fırlayan ok gibi, atına atlar, kalabalığa dalar, gelini atından alır, terkisine bindirerek dört nal sürer. şaşkına dönen alayın koruyucuları az sonra Tekelioğlu’nun peşine düşerler. Burdur gölü yakınlarında yaman bir çarpışma olur. Tekelioğlu’nun adamları birer birer yakalanırlar. Tekelioğlu bakar ki kurtuluş yok, önü göl, ardı beyin adamlarıyla sarılmış, terkisindeki geline seslenir:
- Kurtulus umudu kalmadı. İn aşağı canını kurtar.

kız cevap verir:

- Tanrı bana bir can verdi, onu da sana adadım. Beni senden ölüm ayırır ancak.

Tekelioğlu ısrar eder, kız kararından dönmez. Çaresiz kalan Tekelioğlu, bunun üzerine sürer atını göle. Burdur gölü, sessizce çeker bağrına onları. Az sonra, gölün köpüklü suları üzerinde bir telli duvak görünür. Başka şey görünmez.

Bu acı olay, yıllarca unutulmaz. Yürek yakan bir oyun havası, Tekelioğlu Zeybek Havası’ adıyla, düğünlerde dile gelir.

Tekelioğlu seslenir:

Alt yanım deniz de üst yanım balkan
Kır atın üstünde şavkıyor kalkan
Namert olsun beyler ölümden korkan
Tekelioğlu diye ünüm var benim.
Al-yesil kuşanmış ince beline
Kıymayın ağalar telli geline
Atımı dehledim Burdur gölüne
Tanrı’ya verecek canım var benim.
Her sabah dikilir bir sırlı gömlek
Ak üstüne al al benli şafaktan
Sabah kapı kapı haber vererek
Geçer adım adım her bir sokaktan.
‘Göl’ ince kıvraktır, ‘gül’ katmer, katme
Üzümler asmadan lezzeti emer.
Genç kızda bir çift göz yemyeşil güler,
Yemyeşil gözleri yeşil topraktan…

Çomar Bölükbaşı Destanı

|
Çomar Bölükbaşı, Van'da bir destan kahramanıdır. Bir Battal Gazi, bir Köroğlu gibi, halkın bağrından kopmuş, sınır boylarında yiğitlikleriyle tanınmıştır.

Osmanlı Çomar Bölükbaşı’nı asi ilân edince. Çomar Bölükbaşı, 1650 yılında bir avuç adamıyla Van Kal'asında sıkışıp kalır. Kal'ayı toplu-tüfekli, güçlü bir Osmanlı ordusu kuşatır. Verilen emir, Çomar’ı sağ-salim yakalamak, tutsak etmektir. Durumun kötüye gittiğini gören Çomar Bölükbaşı bir gece elli arkadaşıyla birlikte, gizlice ip merdiven kurarak kal'adan kaçar, karşı yamaçlarda bekleyen atlarına atlayarak dörtnala uzaklaşırlar.

Bunu öğrenen 600 kişilik Osmanlı ordusu, Çomar ve arkadaşlarını Van gölünün Güney kıyısındaki Kuskunkıran deresinde sıkıştırır, kanlı bir dövüş baslar. Çomar Bölükbaşı, elli kişiyle karşısındaki altıyüz kişinin hakkından geleceği sırada, Osmanlı ordusu ikibin kişilik bir takviye görür, bir iki saat içinde savaş meydanında Çomar'dan başka kimse kalmaz. Kurtuluş olanağı da yok. Bulunduğu yerin bir yönü yüksek kayalar, öte yönü Van gölüne bakan otuz metrelik uçurum. Kanter içindeki kır atından iner, yelesini okşar, gözlerini öper.

Herkes Çomar’ın teslim olacağını sanmaktadır. Sonra bir an, yıldırım gibi atına atlar. Uçurumdan Van gölüne.
Evet, Çomar atıyla Van gölüne uçar. Herkes şaşkınlık içinde yazık oldu yiğide, parçalandı diyerek uçurumun kenarına üşüşür. Bir de ne görsünler, Çomar atının eğerine yaslanmış yüze yüze karsı kıyıya çıkıyor.

Kimi: "Bre durmayın yakalayın" derken, kimide: "Böyle bir yiğide Tanrı yardım ediyor. Bırakalım gitsin" der. Sonunda yakalamaya karar verirler. Ordu, kıyıyı dolaşarak Çomar’ın önünü keser. Ne yazık ki Çomar’ın çıkacağı kıyı bir bataklıktır. Çomar atından iner, yularını beline dolar, bata çıka bataklıktan kurtulmağa çalışır. Güçlükle kıyıya ulaşır. Atı da, kendi de bitkin. Böyle de olsa teslim olmayı aklından bile geçirmez, yeniden atına atlar. Karşısına çıkanları paralar, kimseyi yanına yaklaştırmaz. Derken, onu kurşunla vurmayı kararlaştırırlar.
Çomar alnından yediği bir kursunla yere serilir. Başını keserek Van'a götürürler.

Van Paşası:

- Yazık etmişsiniz. Böyle bir yiğit vurulur, başı kesilir mi? Götürün bedeniyle birlikte şehit olduğu yere defnedin, diye adamlarını azarlar.
Çomar’ın mezarı bugün Van'da, Süren Baba Türbesinin yanında ziyaret edilir. Ziyaret edilirken de Çomar’ın ak saçlı, bağrı taşlı anasının ağzından su türküyü söylerler:
Çomar der ki kırat gemini aldı,
Birden kanatlandı denize daldı.
Dereler tepeler ah ile doldu.
Yiğidim yitirdim kimden sorayım.
Akan yaraların ben de sarayım.