Geçmişden Günümüze Gelen Efsaneler, Destanlar, Söylenceler, Mitoloji, Hikayeler, Masallar , Türk folklorik motifler, şehirlerin efsaneleri,öyküleri

Asad'ın Öyküsü

| Pazar, Haziran 29
Faslı genç kızın babası bir iplik eğiricisi idi . İşleri iyi gittiğinden Akdeniz yolcuğuna çıkarken kızını da yanında götürmüştü . İplikleri satmak istiyordu , kızına da kendisine iyi bir koca olabilecek bir koca aramasını söylemişti . Ancak Mısır yakınlarında çıkan bir fırtına geminin batmasına neden oldu , baba öldü , kız ise karaya savruldu . Perişan ve bitkin , önceki hayalini hayal meyal hatırlar bir halde kumların üzerinde yürüdü , ta ki dokumacı bir aile ile karşılana dek . Onu aralarına alıp kumaş dokumayı öğrettiler . Nihayet mutlu olmuştu .Ancak bir kaç yıl sonra Doğu’dan İstanbul’a doğru yol alan köle tacirleri onu kıyıda yakalayıp köle pazarına götürdüler . Gemilere direkler yapan bir adam işinde kendisine yardım edecek köleler satın almak için pazara gitmişti , kızı fark ettiğinde acıyıp onu satın aldı ve karısına hizmet etmesi için eve götürdü . Ancak korsanlar yatırım yaptığı yük gemisini çalınca , adam başka köle alamadı . Kız , adam ve eşi tüm direkleri kendi kendilerine yapmak zorundaydılar . Kız dürüstçe ve çok çalışıyordu . Adam kızın çok yetenekli olduğunu düşündüğü için en sonunda ona özgürlüğünü bağışlayıp iş ortağı yaptı . Bu , kızın çok hoşuna gitmişti .Bir gün adam , ondan yaptıkları direkleri Cava’ ya götürürken eşlik etmesini istedi . Kız kabul etti , ancak gemi Çin kıyılarının açıklarında tayfuna yakalandı . Kız yine garip bir kıyıdaydı ve yine kaderine lanet ediyordu . “ Neden hep bu kötü şeyler benim başıma geliyor ? “ diye soruyordu . Hiç cevap yoktu . Kumların üzerinden kalkıp kıyıdan içerilere doğru yürümeye başladı .Çin’ de , yabancı bir kadının ortaya çıkıp imparator için bir çadır yapacağına dair bir efsane vardı . Hiç kimse nasıl çadır yapılacağını bilmediği için, bütün halk ve birbirini izleyen tüm imparatorlar bu kehanetin sonucunu merak ediyorlardı . İmparator , tüm yabancı kadınları saraya getirmeleri için her şehre yılda bir kez ajanlarını gönderiyordu .Sırası gelince kazazede kız da imparatorun huzuruna çıktı , imparator bir tercüman aracılığıyla ona çadır yapıp yapamayacağını sordu . “ Sanırım yapabilirim “ dedi kız . Bir ip istedi ancak Çinlilerde ip yoktu . Bunun üzerine bir iplik eğiricisinin kızı olduğunu hatırlayarak ipek isteyip iplik eğirdi . Kalın bez istedi , ancak Çinlilerde kalın bez yoktu , bu yüzden dokumacıların arasında geçen hayatını hatırlayarak çadır için kullanılan türden bir bez dokudu . Çadır direği istedi , ancak Çinlilerde hiç yoktu , bu yüzden direk yapan adamdan öğrendiklerini hatırlayarak çadır direkleri yaptı . Bütün herşeyi hazırladığında , hayatı boyunca görmüş olduğu tüm çadırları elinden geldiğince hatırlamaya çalıştı . En sonunda çadır yaptı . Buna hayran kalan ve eski kehanetin gerçekleşmesinden çok etkilenen imparator , kızın tüm dileklerini yerine getirdi . Kız yakışıklı bir prensle evlendi, çocukları ile birlikte Çin’ de kaldı ve mutlu bir yaşam sürdü . Yaşadığı şeyler o anda berbat görünmüş olsa bile , sonuçta mutluluğunu bunlara borçlu olduğunu anlamıştı …

Beklenen Yağmur

| Cumartesi, Haziran 28
Seneler seneler önce Kaf Dağı’nın ardında küçücük bir ülke varmış. Bu minicik ülkenin gururlu ama kibrli olmayan bilgin bir kralı varmış. Hep beraber alacakaranlık kuşağındaki minik ülkelerinde mutluluk içinde yaşayıp giderlermiş.Birgün kralın kahinleri gaiplerden bir haber getirmişler:- Kral hazretleri yarın öğleden sonra bir yagmur yağacak, sakın bu yağmurda ıslanmayın !..Çünkü; bu yağmurda ıslananlar delirecek....çıldıracak..demişler. Kral teşekkürler ve hediyelerle uğurlamış kahinleri. Bir anlam da verememiş bu işe doğrusu..Ertesi gün kapkara bir bulut çöreklenmiş, dağlarında nilüfer çicekleri açan bu güzel ülkenin üzerine..Beklenen yağmur yağmaya başlamış fütursuzca hiç bir şeyden habersiz insanların üstüne....Ve kehanet gerçekleşmiş, insanlar birer birer delirmeye başlamış..garip tuhaf hareketler yaparak kralın etrafında dolaşıp duruyorlarmış kral olduğuna bile aldırmadan..Ülke dışarıdan bakıldığında büyük bir tımarhaneyi andırıyormuş adeta..İlk zamanlar kral halinden memnunmuş, bu kadar anormal insanın içinde akıllı kalmak gizliden gizliye zevk bile veriyormuş aslında. Fakat günler geçtikçe hayat çekilmez bir hal almaya başlamış, etrafında konuşacağı, dertleşecegi, kendisini anlayan bir kişi bile bulamamak derinden yaralıyormuş kralı, kısa süre içinde sararmış solmuş, ızdırabından yataklara düşmüş......Ve acı da olsa kararını vermiş, kahinleri yeniden çağırmış saraya, bitkin bir halde dudakları titreye titreye bu yağmur demiş...bu yağmur ...bir daha ne zaman yağacak.. BEN DE ISLANACAĞIM....

Kral pes etmiş ama siz pes etmeyin, çünkü; akıllı olan, normal olan sizsiniz, etrafınızdaki insanların anormal olması ve çoğunlukta olması, sizin gibi düşünüp hissetmemesi ümitsizliğe sürüklemesin, direnin..savaşın.. Kendi doğrularınızı yaşayın, başkalarının doğrularını değil...

Bir çift gözüm var
Baktığını görmeyenlere
Karıncaları dinlemek isteyenler
Kulaklarımı alsınlar
Uykusunda gezenlere
Ayaklarımı vereyim
Ellerim karanlıkları silenlerin olsun
Kalbimi de taşıyabilenlere
Satıyorum..............

Kaderin Hikayesi

| Cuma, Haziran 27
Uzun zaman önce bir ülke varmış refah içinde yasayan. Ülkenin refah içerisinde yaşamasının sebebi iyi yürekli, dürüst kralı imiş. Kral zaman zaman tebdili kıyafet ülkeyi dolaşır, halkının dertlerini dinler, sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken, yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarında ki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede, Bir elinde bir kese, diğerinde bir kese. Birinden bir tas alıp, diğerinden aldığı tasa bağlayıp göle atıyormuş. Bu ise epey bir süre devam etmiş ve nihayet bittiğinde, dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. Kral dedeye sormuş “dede bütün bir gün seni izledim, Sen ne is yaparsın anlayamadım” demiş. Dede kralın sorusunu söyle cevaplamış ; ”oğlum ben insanların kaderlerini birbirine bağlarım” , “Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın” , “Kralın güzel kızı ile uşağı Ahmet’in kaderini bağladım” demiş aksakallı dede, Kral bu cevabi alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli apak biricik kızı, ülkenin prensesi, diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet. Ne yaparım, nasıl eder de Ahmet’e bir zarar vermeden bu kaderi bozarım diye düşünerek sarayın yolunu tutmuş. Saraya gidince hemen sevgili uşağı Ahmet’i huzuruna çağırmış Ve ona “ oğlum Ahmet sana bir mektup vereceğim, bu mektubu alacak ve güneş‘e götüreceksin” demiş, Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yolluğunu alarak düşmüş bilinmez yollara. Düşmüş ki ne düşmek. Babası kadar sevdiği Kralı ona bir görev vermiş ve o bu görevi yerine getirmeli, ama nasıl? Günlerce dere tepe demeden yol gitmiş. Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördüğü bir ulu ağacın gölgesinde dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. yandığında bir de ne görsün... Ağacın az ötesinde bir göl... o göl ki üzerine günesin aksi vurmuş... “Kralımın dediği güneş bu olsa gerek “ diyerek, üzerinde sadece külotu kalıncaya kadar soyunarak atmış kendini göle. Dibe doğru yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş.... Taa dipte, günesin aksinin tükendiği yerde bir de ne görsün.... Şahane bir hazine sandığı... almış sandığı çıkmış yüzeye...çıkmış ama, Ahmet artık zenci değil bembeyaz bir Ahmet... sadece külotunun olduğu bölge eski rengini taşıyor. “Var bu iste bir hikmet “ demiş ve açmış sandığı. Sandık gerçek bir hazine sandığı, içinde bin bir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde “Günesten Krala” yazan bir zarf. Ahmet ne yapacağını bilemez hale gelmiş bir anda. Yeni rengi ve yaşadıkları ile ülkesine dönünce kimsenin kendisine inanmayacağını düşünerek, ülkesine zengin bir tüccar kimliği ile dönme kararı almış. Dönünce ülkesine, düşleri bir bir gerçekleşmiş Ahmet’in... Ülkesinin bu yeni dürüst ve yakışıklı tüccarı ile güzeller güzeli kızını evlendirmeye karar verince Kral, dünyalar Ahmet’in olmuş. Kral vermiş vermesine kızını zengin tüccara ama aklı da bir yandan oğlu gibi sevdiği ve hiç bir haber alamadığı uşağı Ahmet de imiş. Gel zaman git zaman damadı ile birlikte bir ziyafet yemeğinde iken yere düsen bir çatalı almak için eğilince Ahmet, şalvarının kenarından kaba eti gözükmüş... Bunu gören Kral gözlerine inanamamış. Yemek bitip de odasına çekilecek iken herkes, koridorun sonuna ilerleyen damadının arkasından seslenivermiş Kral “Ahmet!...” Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adını, gayri ihtiyari kendisine seslenen Krala dönüvermiş ve “neler oluyor Ahmet, evladım anlat başından geçenleri bana” diyen kralına bütün olanları bir,bir anlatmış... Bunun üzerine Kral “Peki Güneş bana bir şey göndermedi mi?“ diye sorunca da hemen odasına koşarak, sandıktan çıkan mektubu almış ve Kral’a vermiş, mektupta su satırlar yer alıyormuş... GÜNEŞE YAZI YAZILMAZ....YAZILAN YAZI İSE BOZULMAZ!!

Tispe ve Piremus...Karadut'un Hikayesi

| Perşembe, Haziran 26
Bir zamanlar birbirlerine aşık iki genç vardı. Kızın adı Tispe delikanlının ki ise Piremus idi. Bunlar yanyana evlerde otururlardı. Birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine karşı aşk beslerlerdi. Fakat aileleri görüşmelerini istemezler birbirlerine uygun olmadıklarını düsünürlerdi. Oysa onlar birbirlerini ölesiye seviyorlardı. İki evin arasinda gizli bir çatlak vardı aileleri bunu bilmezlerdi. Onlar da geceleri burda bulusur o aradan birbirlerine seslerini duyurur aşklarını dile getirirlerdi.
Bir gece ormandaki agacın altında buluşmaya karar verdiler. Tispe ağaca Piremus dan önce varmıştı. Gittiginde avını yeni yemiş ağzından kanlar akan kocaman bir alanla karşı karsıya geldi. Korkarak bir mağaraya doğru koşmaya basladı. Farkında olmadan yolda boynundaki eşarbını düşürmüştü. O sırada Piremus geldi gördükleri karşısında dönüp kalmıştı.

Kocaman aslan ağzında kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe nin esarbını parçalıyordu. O an aklına gelen ilk ve tek şey aslanın Tispe yi öldürerek yediğiydi. Tispesiz yasayamazdı. Aklından geçen sadece aşkı uğruna canına kıymaktı.

Belinden hançerini çıkardi ve göğsüne sapladi. Kanlar içinde cansız bedeni yere düştü. Tispe ise korkusunu bir kenara atıp bir an önce aşkını görmek için mağaradan çıkmaya karar vermişti. Ağacın altına geldiğinde o korkunc sahneyle yüzlesti. Piremus'un cansız vücudu yerdeydi ve elinde Tispe'nin düşürdüğü eşarbını tutuyordu.

İlk önce genç kız olanlar karşısında ağlamaktan hiçbir şeyi anlayamamısti. Ama eşarbı ve uzaklasan aslanı görünce anladı. Bir an mağarada düsündüğü o korkunç sey başına gelmisti. Ve onun öldügünü düşünen Piremus aşkı uğruna canına kıymıştı. Tispe bir an bile düşünmeden hançeri aldi ve göğsüne götürdü. Onların aşkı ölesiye bir aşktı ve ölüm bile onları ayıramazdı. Eğer Piremus aşkı uğruna ölümü göze aldıysa o da hiç çekinmeden canına kıyabilirdi ve hanceri sapladı.

Birden vücudu Piremusun bedeninin üstüne yığıldı.

O anda tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzleştirmek istediler ve bu çiftin üstünde duran ağacı bunların aşkına adadılar. Piremus'un kanını bu ağacın meyvelerine, Tispe'nin gözyaşlarini ise ağacın yapraklarına verdiler.

O günden beri kara dut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini,(Piremus'un kan lekesini), dut ağacının yaprakları, (Tispe'nin gözyaşları) temizler.. (Bilir misiniz dut ağacının meyvesinin lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağımı alır avuşturursanız lekenin gittiğini göreceksiniz)

Teşekkürler Yasemincim. Şahane bir efsanesi varmış meğerse karadutun. Ki çok da güzel şarkıları da var....Şimdi bu efsaneyi de öğrendik, ben çok bbeğendim şahsen. Umarım siz de beğenirsiniz.

İstanbul Efsaneleri

| Pazar, Haziran 22
Google’da gezinirken süper bir kaynak buldum. Hemen indirdim. Focus dergisi ana derginin yanında ek olarak vermiş. Tam linkini veremiyorum şu anda ama bulur bulmaz ekleyeceğim buraya. Çünkü çok da güzel resimlerle süslenmiş. Sizin de görmenizi isterim. Şahane kent İstanbul hakkında. Zaman zaman oradan paylaşım yapacağım. Ben İstanbul’a 3 kere gittim ve üçünde de büyülendim de geldim. Orada yaşanmaz belki ama yaşanılanlar da unutulmaz...Efsane bir masalla başlıyor, çok güzel.


Bîr varmış, bir yokmuş... Allah’ın kulu çokmuş. 'Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,develer tellal iken, pireler berber iken; eşek mühürdar, katır silahtar iken; ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; yaranı safa, kızıştı kafa, ak..sakal, kara sakal, berber elinden yeni çıkmış bir taze sakal... 'Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamama girsem sorar mıyım natırı, nadan olan bilmez ahbap hatırı.

'Dereden geldim, tepeden geldim, sandığa girdim bir de ne göreyim, köşede bir hanım oturuyor. Şöyle ettim, böyle ettim, hanım yerinden kalktı, yüzüme baktı, çıktık birlikte yola, ne sağa saptık,ne sola... Az gittik, uz gittik., dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu yer gitmişiz... Ne dönülür geri, ne gidilir ileri, sana bir masal söyleyeyim bari gel beri... ‘Bir varmış, bir yokmuş. 'Diyarların en güzeli, efsanelerin sultanı bir şehr-i istanbul varmış...

EFSANELERE GÖRE İSTANBUL’UN KURULUŞU


"Bu şehr-i Sitambul ki, bî misl-ü behâdır,
Bir sengine, yekpare Acem mülkü fedadır"
Şair Nedim


Yeryüzünde, bu kadar çok ada ve sana sahip kent çok ender bulunur. Her ulus, İstanbul'u başka bir adla andı. Ayrıca, fetihten önceki adları başkaydı, fetihten sonrakiler başka... Tarih sahnesine, Byzas, Buzis, Byse, Bysantegibi adlarla çıktı. Roma dönemine kadar da en çok Byzantion olarak anıldı. Romalılar Antoneia, Anthusa, Deutera Rome dediler. Sonra, uzun bir dönem boyunca Konstantinopolis olarak kaldı. Kuzeylilerin verdikleri adların bir kısmı kentin gücünü vurguluyordu: Tsarigrad (Slav kaynaklarında imparator kenti) ve Miklegard (Vikinglerde İmparator Mikhael’in kenti) gibi. Ruslar Tekfuriye ve Zavegorod, Macarlar Vizenduvar, Polonyalılar Kanatorya, Çekler Aylana, İsveçliler Herakliyan, Hollandalılar İstefanya, Franklar Agrandone, Portekizliler Kostiye, Araplar Konstantiniyye-i Kübra, Acemler Kayser-i Zemin, Hintliler Taht-ı Rum, Moğollar Çakduryan demişlerdi bir zamanlar Osmanlı'nın "Asitane"sine. Öte yandan, İstanbul'a yakıştırılan sanlar da en az kendisi kadar görkemliydi: Asitane-i Saadet (Sultan Sarayı), Dâr-ül Hilâfe (Halife'nin evi), Dârü's Saltana (Saltanatın evi), Dergâh-ı Selâtin (Sultanlar kapısı)... Ve sonunda bizim kentimiz, İstanbul. Bilinen tarihi 2600 yıldan daha eskilere uzanan bu yaşlı, ama muhteşem kent, zamanın akışı içinde büyük uygarlıkların yıkılışlarım da gördü, yenilerinin nasıl kurulduklarına da... İmparatorlukların bu herkesi kıskandıran görkemli başkentinin köşe bucağı, birbiriyle ilgisi
olmayan kültürlerin mirasıyla süslendi. Ve sonuçta, tüm üslup ve kültürler iç içe geçerek, birbirini özümseyerek, İstanbul'un anıtsal tarihini oluşturdu.


Körler ülkesinin karşısına kurulan kent İstanbul
Kentin kuruluşu üzerine rivayet muhtelif. En ünlüsü ve bilineni Megaralı göçmenlerinin yolculuğu. Bir de Evliya Çelebi'nin anlattığı var ki, tadına doyum olmuyor...

Efsaneye göre, Koressa'nın oğlu, Yunanistan'ın Megara kentinden genç Byzas, yandaşlarıyla birlikte, bölgedeki baskılardan kurtulmak, yeni bir kent kurmak ve özgürlüğünü ilan etmek için yola çıktı. Her şey iyiydi de, kent nerede kurulacaktı? O çağda, bilinmeyenleri bilinir kılan birisine, Delfoi kentindeki kâhine danıştı genç adam. Delfoi kâhini gideceği yeri tarif etti;
"Kentini kuracağın yer, körler ülkesinin tam karşısında olacak." Byzas yola çıktı, aradı taradı, körler ülkesi diye bir yer yoktu. Sonunda, mola verdikleri bir deniz kıyısında, karşı sahile baktı ve bağırdı: "Bu insanlar kör mü, burası varken orada oturulur mu?". Delfoi kâhinini hatırladı
genç adam; "Körler ülkesinin karşısında kuracaksın kentini." Körler ülkesi, günümüzün Kadıköy'üdür! İstanbul'dan çok yıllar önce kurulmuştur "Khalkedonia", yani Kadıköy. Byzas; ordusuyla gelip
soluklanmak için durduğu şimdiki Sarayburnu'nda, manzaranın muhteşem görüntüsünden adeta büyülenmişti. Khalkedonia'nın neden "Körler Ülkesi" tanımlamasını hak ettiğini anlamıştı artık. Çünkü, böyle cennet benzeri bir yer dururken, tam karşıda ve korumasız bir yerde kent kuranlar, ancak kör olabilirlerdi! Ol hikâye böyle. Temelleri Sarayburnu sırtlarında atılan kente, kurucusunun adı olan Byzas'tan dolayı, "Byzas'ın kenti" anlamında "Byzantion" dendi...

Rüyasında gördüğü Hazreti Peygamber'e "Şefaat ya Resulallah" diyeceğine, heyecanla "Seyahat ya Resulallah" dediğini anlatarak, yaşadığı zamana o güzel anlatımıyla tarih düşen Evliya Çelebi'nin, İstanbul üzerine bir rivayet anlatmaması düşünülebilir mi hiç? Ünlü
"Seyahatname"sinin ilk cildinde şöyle anlatır gezgin Evliya Çelebi;
"Hazreti Süleyman, Peygamber Efendimizin doğumundan 1600 yıl önce Kaftan Kafa bütün ins-ü cine, vahşi hayvanlara ve kuşlara hükmettiği, yeryüzünün her dilden anlayan tek sultanı olduğu halde; okyanus denizinde Ferenduz denilen adada padişahlık eden Saydun'a bir türlü söz geçirememiş. Bu gururlu adam Hz. Süleyman'ın önünde baş
eğmek istemezmiş. Bu hale canı sıkılan Hz. Süleyman, bir gün sayısız askeri ve her cinsten hayvanlarla Saydun'un üzerine yürüdü, memleketini harap ve ahalisini esir ettikten sonra onu huzuruna getirtti, ateş saçan kılıcı ile öldürüp adsız, nişansız bıraktı
."

Evliya Çelebi'nin hikâyesi uzar da uzar. Özetlersek;
Hz. Süleyman Saba Melikesi Belkıs'ın ölümüyle dul kalınca, Saydun'un dünyalar güzeli kızı Alina ile evlenir. Alina'mn çok özel bir saray istemesi üzerine, adamlarını dünyanın dört bir yanına gönderip, saray yapılacak eşsiz güzellikte bir yer bulmalarını emreder. Adamları İstanbul'u söylerler. Hz. Süleyman, Sarayburnu'nda geçirdiği bir gecenin sabahında kendini dinç ve gençleşmiş hissedince, buraya büyük bir saray yaptırır, sonra da kıyamete kadar mamur kalsın diye İstanbul için hayır dua eder.

Anlıyor musunuz tüm bozulmalara, yangınlara, depremlere karşın İstanbul'un nasıl dimdik ayakta kalmasının hikmetini
?

Herşeyde Bir Hayır Vardır

| Perşembe, Haziran 19
Geçen hafta İstanbul'a gittiğimde çok sevgili arkadaşım Nergiz ve eşiyle yemek yerken arkadaşım gecenin ilerleyen saatlerinde bu hikayeyi anlattı. Ben de sizinle paylaşmak istedim. Buna benzer çağdaş bir hikaye daha var aklıma gelen. O da "Hemen karar verme" üstüne. Şimdilik bunu okuyalım, rahatlayalım, içimizi ferah tutmamız gerektiğini bir kez daha hatırlayalım.

Zamanın birinde bir padişah varmış. En sevdiği şey veziriyle birlikte avlanmakmış. Birgün yine ava çıkmışlar. Padişah avını görmüş tam okunu fırlatırken baş parmağı kopmuş. Padişah kan revan içinde kalmış. Bunun üzerine veziri "Üzülme padişahım, vardır bunda da bi hayır" demiş. Padişah sinirlenmiş "Ne hayır olacak ki?" Vezir üst üstte aynı lafı tekrarlayınca padişah sinirlenip vezirini zindana atmış. Aradan zaman geçmiş, padişah yine avlanmaya çıkmış tek başına. Tam avlanırken bir kabile padişahı yakalamış. Kabilenin özelliği yakaladıkları esirleri 'Allaha" kurban etmekmiş. Tam padişahı kurban etmek üzereyken bir de bakmışlar baş parmağı yok. Kabilenin diğer bir özelliği de kurban ettikleri kişilerin her uzvunun tam olmasıymış. Tabii padişahı serbest bırakmışlar. Padişah hemen saraya koşmuş zindana gitmiş ve vezirine "Sen haklıydın" demiş ve olayı anlatmış. Vezirden özür dilemiş seni zindana attırdım diye. Bunun üzerine vezir "Olsun padişahım sıkmayın canınızı bunda da bir hayır vardır" demiş. Padişah yine bir anlam verememiş "Ne hayır olacak ki" demiş "Seni zindana attırtım" diye. "Şimdi...padişahım siz beni zindana attırmasaydınız o gün avlanmaya gittiğinizde bende muhakkakki yanınızda olacaktım. Sizinle birlikte beni de yakalayacaklardı. Bu sefer de kabile bende bir eksiklik olmadığını görünce sizi bırakıp beni kurban edecekti. E padişahım HERŞEYDE BİR HAYIR VARDIR.

KIZ KULESİ

| Çarşamba, Haziran 18
Hakkında bin türlü efsane olan İstanbul'daki üç kuleden biri.

Kız Kulesi ile ilgili rivayetlerin en eskilerinden biri, İstanbul’un ya da o zamanki adıyla Byzantium’un Atina’nın hükümranlığı altında olduğu döneme dayanıyor. Bu rivayete göre, Makedonya Kralı Filip’in İstanbul’a saldırma ihtimaline karşı, Atina krallığı, İstanbul’u korumak üzere Amiral Hares komutasında 40 pare gemi gönderiyor. Hares’in çok sevdiği eşi Damalys öldüğünde, amiral, eşini buradaki kayalıkların içine oydurduğu bir mezara defnediyor.

Bir başka efsaneye göre ise, Leandra adlı bir genç burada bir genç kıza aşık oluyor. Her gece, sevgilisiyle buluşmak için karşı kıyıdan yüzerek buraya gelen Leandra’ya yol göstermek için, sevgili Kız Kulesi’nin bulunduğu kayalıkların üstünde ateş yakıyor. Bir fırtınalı gecede genç kızın yaktığı ateş sönüyor. Leandra, kayalıkları bulamıyor ve yolunu kaybediyor. Boğazın serin ve karanlık sularında boğulup gidiyor. Leandra’nın ölümüne dayanamayan sevgilisi de intihar ediyor.


Bizans dönemiyle ilgili efsane de, eski Yunan hikayesindeki gibi ‘acı son’la bitiyor. Falcılar, Bizans Kralına, ‘sevgili kızın, yılan sokmasından ölecek’ diye kötü bir haber veriyor. Kral, kızını yılan sokmasın diye, Kız Kulesi’nin bulunduğu kayalıklara bir ev yaptırıp, kızını buraya yerleştiriyor. Ancak genç bir subay, kralın kızına aşık oluyor. Günlerden bir gün, genç subay, prensese sunmak için bir demet çiçek hazırlıyor. Çiçek demetinin içinde gizlenen bir yılan, talihsiz prensesi sokup öldürüyor.


Selçuklu dönemiyle irtibatlandırabileceğimiz Battal Gazi Efsanesinde ise ‘mutlu son’ var. Battal Gazi, Üsküdar Tekfuru’nun kızına aşık olunca, Tekfur, kızını burada yaptırdığı kuleye hapsediyor. Bunu öğrenen Battal Gazi, kuleyi basarak Tekfur’un kızını kaçırıyor.


Evliya Çelebi ‘nin hikayesi ise Osmanlı döneminde geçiyor. Çelebi, Sultan Bayezid-ı Veli zamanında, Kız Kulesi’nde yaşayan bir velinin, her gün cübbesinin eteklerini toplayıp denizin üstüne oturarak Sarayburnu’na gittiğini ve sarayda padişaha ders verdiğini anlatıyor.
www.ibb.gov.tr/istanbultr/330/33001/kule.htm

Umut Güvercinleri

| Pazartesi, Haziran 9
Tanrı bir gün peygamberin birine bir sandık hediye eder ve der ki ; "Bu sandığı sana emanet ediyorum ama sakın ola ki içini açıp bakmayasın" "Tamam" der peygamber. Aradan zaman geçer ve peygamberi bir merak sarar acaba sandıkta ne vardır? İçi içini kemirmektedir. Sonunda dayanamaz ve sandığı azıcık aralayıp içine göz atar ama sandığı aralar aralamaz içinden bir sarı güvercin ve bir mavi güvercin uçuverir. Peygamber son hamleyle sandığı kapatır ve içinde tek bir beyaz güvercin kalır. Ve Tanrı yanına gelir, peygamber işlediği günahın farkındadır, mahçuptur. Tanrı şöyle seslenir; "Kaçırdığın o sarı güvercin insanoğlu için sonsuza dek yaşamdı yani ölümsüzlüktü. Kaçırdığın o mavi güvercin sonsuza dek mutluluk yani BARIŞ'tı." "Peki" der Peygamber "İçinde kalan beyaz olanı nedir?" Tanrı cevap verir: "O da sonsuza dek -UMUT'tur" Umutlarınızın uçup gitmemesi dileğiyle....

Tıkandı Baba ve Sultan Mahmud

|
Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor. "Tıkandı baba, çay getir, Tıkandı baba, oralet getir" vs.

Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş; “Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı Baba meselesi?”, “Uzun mesele evlat” demiş Tıkandı baba. “Anlat baba anlat merak ettim” deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı Baba da peki deyip başlamış anlatmaya;


Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve “Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık” dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.

Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına; “Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz” demiş. Sultan Mahmut’un adamları “peki” demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış , bakmış baklava nefis. “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya; “Taze baklava, güzel baklava!” Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın.

Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş, Tıkandı Baba da “Peki” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Baba'ya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış.


Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut; “Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım”, deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama bir de ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan; “Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş, “Geldi sultanım”, “Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?”, “Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım…”

Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. “Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benle gel” deyip almış ve Devletin hazine odasına götürmüş. “Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş; “Baba senin buradan da nasibin yok”. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış “Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.

Padişahın adamları “peki” deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler. “Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım” demişler. Baba, “Niçin ?” demiş. Askerler “Hele sen bir beğen bakalım” demişler.

Baba, şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline “Ne olacak şimdi?” demiş, “Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı” demişler. Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:
Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmut!..

Teşekkürler Cengiz. Gerçekten çok güzel bir hikaye imiş. Bilmiyordum, sayende okudum, öğrendim....

Sarıkız Efsanesi

| Pazar, Haziran 8
Ablam geçen hafta Akçay'a gitti. Geldiğinde de bana bu efsaneyi getirdi, sağolsun. Ben de hemen siz de okuyun diye araştırmamı tamamladım, resimle birlikte paylaşmaya karar verdim. Yaz tatilinde ben de gözümle görünce daha çok paylaşım yapacağım. Zira nette gördüm ki ünlü kaynak suyu sarıkız ile ilgili çok bilgi mevcut. Üstelik zamanında filmi dahi çekilmiş, başrolde de Hülya Koçyiğit oynamış.

Marmara ve Ege bölgelerini birbirinden ayıran ve genç dağlar grubuna giren Kazdağları'nın en yüksek tepesine Sarıkız Tepesi adı verilmektedir. Bu tepenin adı hakkında pek çok efsane anlatılmaktadır.

Çok eski zamanlarda Güre köyünde çok güzel bir kız varmış. Bu kızı köyün bütün gençleri sever ve evlenmek isterlermiş. Adı Sarıkız olan bu güzel kı­zın babası ise bin bir zahmetle büyüttüğü kızını, ta­lip olan gençlerin hiç birine vermezmiş. Bunun üze­rine gençler Sarıkız'a iftira etmişler. Köylüler de Sa­rıkız'ın babasına giderek:
"Kızın kötü yola saptı. Ya kızını öldürürsün ya da buralardan çekip gidersin" demişler.

Düşünüp taşınan baba, kızını öldürmeye kıyamaz; ancak köylülerin yüzüne bakabilmek için Sarıkız'ı gözden uzak tutmak gerektiğini düşünür. Kızını yanına alan baba, Kazdağı'nın zirvesine çıkar ve güttükleri kazlarla birlikte kızını bırakıp geri dö­ner. "Kurt kuş yerse de gözüm görmesin, yaşarsa da herkesten gizli yaşasın" demiş.
Kazdağı'nda kalan Sarıkız ölmemiş ve kazlarını güt­meye devam etmiş. Hatta yolunu, izini kaybedenle­re yardımcı olmuş. Bu durum kısa zamanda babası­nın kulağına gitmiş. Kızının ölmediğini öğrenen baba, Kazdağı'na kızının yanına çıkmış. Dağda kaz çobanlığı yapan Sarı­kız, babasını görünce sevinmiş, ona yemek ikram etmiş. Yemek sırasında babası kızından su istemiş. Sarıkız elini uzatarak kilometrelerce aşağıdaki Gü­re çayından su alarak babasına vermiş. Babası kızı­nın ermiş olduğunu görünce pek sevinmiş.

Sarıkız'ın öldüğü ve bugün kabrinin bulunduğu ye­re Sarıkız Tepesi, babasının öldüğü yere ise Babate­pe veya Kartaltepe adı verilmektedir.

Başka bir efsaneye göre de delikanlının biri güzeller güzeli bir kıza aşık olmuş. Kız, evlenme şartı olarak, delikanlıdan gücünü is­patlamasını istemiş. Bu şarta göre delikanlı sırtına yüklenen tuz çuvallarını taşımak zorundadır. Deli­kanlının sırtına tuz çuvalları yüklenmiş. Yamaçtan tırmanırken çuvallar dengesini kaybetmiş ve deli­kanlı yuvarlanarak göle düşmüş. Tuzlar ıslandıkça çuvallar ağırlaşmış ve delikanlıyı suyun derinlikleri­ne çekmiş. Köy halkı bu acıya sebebiyet verdiği için kıza öfke­lenmişler. Ona yumurtalar atmışlar. Sarı Kız adı da buradan kalmış.
Öfkeleri yatışmayan köylüler babasına giderek kızı­nı şikayet etmişler ve onu yok etmesini istemişler. Babası yumurtalara bulanmış kızını alıp tepeye çık­mış. Kızını öldürmeden önce abdest alıp namaz kıl­mak isteyen baba kızından su bulmasını istemiş. Kız delikanlının boğulduğu gölün suyundan getirmiş. Su tuzlu olduğu için babası yeniden tatlı su bu­lup getirmesini istemiş. Bunun üzerine kız ayağını yere vurmuş, o anda yerden bir kaynak suyu fışkır­maya başlamış. Durumu gören babası kızının ermiş olduğunu anlamış ve onu öldürmekten vazgeçmiş. Kimsenin zararı dokunmasın diye de suyun etrafını taş duvarla çevirmiş.
Kaz dağlarının zirvesindeki bu kaynak, bugün hala yörede şifalı olarak bilinmektedir. Ayrıca hem Sarı­kız'ın, hem de babasının öldükleri yerler kutsal sa­yılmaktadır. Babasının öldüğü ve bugün kabrinin bulunduğu kabul edilen yere Kartaltepe veya Baba­tepe; Sarıkız'ın kabrinin olduğu tepeye ise Sarıkız Tepesi adı verilmektedir.

Kazdağı'nın zirvesinde bulunan Sarıkız'ın kabri bu­gün de yöre halkı tarafından ziyaret edilmektedir. Her yıl 14-16 Temmuz tarihleri arasında Akçay' da yapılan Zeytin Festivali'nde Sarıkız da temsil edil­mektedir. Ayrıca Sarıkız'ın kabri başında herkesin dileğini yazabildiği büyük bir dilek defteri bulun­maktadır.


Kaynak: Kültür ve Turizm Bakanlığı

Midas

| Pazar, Haziran 1
Silenos, Şarap Tanrısı Dionysos’un yaşlı bir satyrdir. (satyr, eski çağda günlerini açık havada dolaşıp şarap içerek geçiren yarı insan görünümünde olan yaratıklardır) Bir gün Tanrı Frigya, Lidya, dağ ve koruluklarında dolaşırken Silenos uyuya kalır. Köylüler onu bulur. Boynundaki çiçek çelenkleriyle bağlayarak Midas’a götürürler. Midas onu tanır ve on gün on gece sarayında ağırlar. Sonra da yaşlı yoldaşını , Dionyos’a götürür. Dionyos buna öyle sevinir ki Midas’a her dileğini gerçekleştireceğini söyler. Midas her dokunduğunun altın olmasını ister. Dionyos sözünde durur, dileğini gerçekleştirir. Midas sarayına dönerken dokunduğu bir dal altın olur, yerden topladığı bir avuç çakıl altına dönüşür. Eline aldığı bir buğday başağı altın döker. Çok mutludur, ama sofraya oturup da eline aldığı ekmeğin altın olduğunu şaraba dokunduğunda bir altın külçesine dönüştüğünü görünce dileğinin korkunçluğunu anlar. Sonunda bu duruma dayanamayan Midas , Dionyos’a giderek eski durumuna getirilmesini ister. O da Sardes’e dönerek Sart Çayı kaynağına çıkmasını , burada topraktan fışkıran sularla yıkanmasını söyler. Kral denileni yapar ve kurtulur.

Kütahya

|
Dul bir kadının, çanak çömlek pazarına getirdiği, birbirinden güzel testiler, tabaklar, vazolar hem çok zarif hem de çok sağlammış. Pazara gelen alıcılar, kadının yolunu gözler, onun pişirdiği toprak kapları satın alabilmek için etek dolusu para harcarlarmış. Çanak çömlek esnafı nerdeyse iflas edecek duruma düşmüş. Toplanıp karar vermişler, ''Bu ince işçilik, bu sağlam çanak-çömlek, kadının hüneri değil, kullandığı çamurun eseri. Bizim çamurumuz iyi değil. Kadını izleyelim, nerden toprak alıyorsa biz de oradan toprak alalım'' demişler. Bir pazar dönüşü, yaşlı kadını gizlice izlemişler. Kadın gide gide, bugünkü Kütahya'nın bulunduğu yere gelmiş, küçücük bir tepeden heybesine toprak doldurmuş, geri dönmüş. Ondan sonra tüm çömlekciler buraya üşüşmüş ve atölyeler kurmuş, bir şehir yapmışlar. Adı, o günden sonra 'Seramorum' yani Seramik şehri olmuş.

Öksüz Kız ve Ay

|
Soğuk bir kış günü öksüz bir kız, su almaya gider. Vücudu yarı çıplak, ayakları soğuktan donmuş, karnı aç ve ağlamaklı bir haldedir. Elinde su doldurmak için aldığı bakraç vardır. Birden fırtına kopar. Ay ise tam o anda gökteki sarayına kurulmuş bu fakir ve zavallı kıza bakmaktadır. Ay kızın haline acır. Kendi kendine der ki “Bu kıza mutlaka üvey annesi zulmediyordur” Öksüz kız tam o sırada bir çalılıktan geçmektedir. Ay çalıya işaret eder; “O kızı al, yanıma gel”. Ayın bu emri üzerine çalı hemen at olur. Bir yandan aya giden yol açılır, bir yandan da üstünde kız olan at yükselmeye devam eder. Aya vardıklarında kız elinde bakracıyla aynın yanında durur. Ay bu öksüz kızı çok sever, içi ürpermeye başlar. Şekilden şekle girmeye başlar. Ayın gökyüzünde şekilden şekle girmesi de bu sevginin sonucudur. İlk geceler ay bir gümüş yay gibidir. Öksüz kız büyüdükçe ay da büyümektedir. Bazı zamanlarda bu kız gökteki aynın sarayından içeri girer, halı dokur. O zaman ay sevgilisini göremediği için üzülür, hilale döner. Bazen de kızın keyfi yerine gelir, coşar, neşelenir. O zaman ayın yüzü güler, dolun halini alır. Ayın keyfini kaçıran güçlü bir rakibi vardır : Gökte bulunan beyaz ayı. Bu ayı da kızı sevmektedir. Bu nedenle ayı tutarak boğmak ister. Ama buna gücü yetmez. Yirmi bes gün ay bu ayıya üstün gelir, onu ezer. Ayı sadece üç gün aya üstün gelir. Ay da bundan korkar, saklanır, kimselere görünmez…….