Bir zamanlar Trabzon’un bulunduğu yerde küçük, şirin bir kasaba varmiş. Bir gün, kasabaya, tozu dumana katarak dört nala, bir atlı girmiş. Doğruca nalbant dükkânına giderek haykırmış:
- Atım terini soğutmadan tiz nallayın! Yoksa hepinizi kılıçtan geçirim.
Herkes, süvarinin heybetinden titremeye baslamiş. Nalbant hemen dört nal hazırlayıp süvariye uzatmış:
- Yigidim, gör nalları! Beğenirsen çivileyelim, demiş.
Süvari nalları şöyle bir yoklamış, avucunda sıkarak iki büklüm edivermiş:
- Ben teneke değil, nal isterim! Diye gürlemiş.
Nalbant bu defa, halis çelikten dört nal hazırlamış, atını nallamış. Atlı yabancı memnun. Cebinden bir altın çıkararak nalbanta uzatmış.
Nalbant, altını parmakları arasında şöyle bir sürtüştürmüş. Paranın bütün yazıları silinmiş. Kendine dikkatle bakan atlıya:
- Al bu bozuk altını! Baksana tuğrası bozulmuş, diye uzatmış.
Yiğit adam şaşırmış, bir altın daha çıkarmış. Nalbant bir sürtüle, onun da tuğrasını bozmuş. O zaman atlı, karşısındakinin hiç de yabana atılır birisi olmadığını anlamış:
- Hey, demiş. Atla atına, düş peşime. Sen bir nalbant dükkanına değil, er meydanına lâyıksın.
O günden sonra bu kasabanın adı “Tugra bozan” olmuş. Ve bu isim, zamanla “Trabzon” biçiminde söylenmiş.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 okur dedi ki:
salaklar da buna inanamış mı???
harika ödevime çok yardımcı oldu
Yorum Gönder